Çanakkale Savaşı öyle bir mücadeledir ki, burada savaşan hemen herkesin hayatı ayrı bir destanın örneğini teşkil eder. Adeta bu savaşla bir millet, üzerindeki 300 yıllık tozu silkeleyip, "Hayır! Biz bu görünen tozlu halimiz değil, asıl buyuz, aslî hüviyetimiz budur ve biz aslında içimizde bu cevheri taşıyoruz." dercesine tüm bu faziletlerini dünyaya ilan etmişlerdir. Ve sahip oldukları bu fazilet örnekleri ile dev düşman ordularını yenilgiye uğratmış, onlara şimdiye kadar kimsenin veremediği dersi vermişlerdir.                    

Şimdi Çanakkale Savaşının bağrından bir destansı hayatla daha sizleri baş başa bırakmak istiyorum. Yine mekteplilerden bahsedeceğiz. Ama bu kez sadece cephede çarpışanların kahramanlıklarını değil, cephe gerisinde bulunduğu halde siper savaşı Verenler kadar büyük bir fedakârlık sergileyen Çanakkale kahramanlarını anlatacağız. Onların ellerinde tüfek yoktu, nöbet tutarken uykusuz da kalmadılar, al kanlar içinde boylu boyunca vatan topraklarına uzanmaktan da uzaktılar ama onlar öyle bir fedakârlık sergilediler ki diğerleriyle eşdeğer hale geldiler. Onlar Çanakkale'nin kadın kahramanları oldular. Bu kadın kahramanlarımızdan bir tanesi çiçeği burnunda bir hanım kızımız. Dârü'l Fünun'da (Güzel Sanatlar Akademisi) son sınıfta okuyor. Aynı sınıftan iffet örneği bir delikanlı ile evlilik arifesindeler. Aileler de görüşmüş ve bu güzel çift bir nişan töreni ile evliliğe ilk adımlarını atmışlardı. Okulları biter bitmez evleneceklerdi. Bu güzel çift Şefika Hanım ile Semih Bey'di.

Fakat olan olmuş, Devlet-i Aliye büyük bir savaşın içine girmişti. Yedi Düvel-i Muazzama, payitahtın kapısına dayanmış, ülke can derdine düşmüştü. Böyle bir durumda herkes şahsî hayallerini bir kenara bırakmış, vatanı kurtarma adına cephe yollarına düşmüştü. Ayrılık Şefika Hanım ve Semih Beyin de başına gelecekti. Önce kısa da olsa bir tereddüt yaşadılar. Ne hayaller kurmuşlardı gelecek için. Fakat ilk toparlanan Semih Bey olmuştu. İleride düşmanın hâkim olduğu topraklarda Çocuk yetiştirmektense hiç evli olmamak daha iyiydi. Bu düşüncelerle gözyaşlarını içlerine akıta akıta ayrıldılar. Semih Bey, Şefika Hanımı hiç mektupsuz bırakmıyordu. Artarda gelen mektuplar Şefika Hanımın özlemini biraz olsun gideriyordu. Akşamlan yalnızlığın iyice vurduğu demlerde hemen çöküyordu mektupların başına ve kaçıncı defadır okuduğunu bilemediği mektupları, başlıyordu yeniden okumaya:

"Ey benini müşfik ruhum, Şefikacığım!

Bilmem neden!.. Bu gece garip hislerle doluyum. Bu günlerde gönül gözüm, duygulanın aramızda pek o kadar 'uzun olmayan mesafenin uzayacağım, hatta sonsuzluğun susmuş karanlığına kadar yuvarlanacağını bana ima ediyor

Su akşam, tüfek, seslerinin ve top gürlemelerinin yerine geçici bir sessizliğe boğuldu...

Bütün tepeler, bütün vadiler yalancıktan parlarken Kanlı Tepe, ayaklarına yüz süren Ege denizinin semavi gözlerinde, sessizliğe merak ederek şüpheli bakışlarla titriyor!" Bu gece sessizliğinin sonunda acaba ne can yakan, can alan feryatlar kopacak.           

Sana defalarca, bahsettiğim Sivaslı genç ve kahraman yüzbaşım Celadet bana dedi ki:         

- Semih! Şu kaptırdığımız Kanlı Tepeyi' tekrar elde edemezsek... Emin ol ne doyamadığımız sevgili İstanbul'umuz ve onun üstündeki dört buçuk asırdan fazla sahip olduğumuz haklardan, ne de kadınlarımızın namus ve iffetinden bir hayır kalacak! Oraya benimle birlikte şanlı bayrağımızı tekrar dikmek için her fedakârlığa katlanır mısın?                      

- Sükût eder miyim? Yemin ettim; kanım vatana helal olsun komutanım, dedim.

Hatırlıyor musun? İlk Darülfünun melunları toplanırken ne kadar sıkılmış ve ne kadar üzülmüştüm. Benim ince fırçama karşılık elime kalın bir tüfek tutuşturmuşlar, yumuşak yastıkların arasında ruhumun derinliklerine kadar daldığını şairane yaratılışlı dünyamdan beni çekip çıkarmışlar, belime kılıcın sert kayışını kuşatmışlardı. Orada burada sürüklenen fırçama ve şair kalemime bakarak, askerlik talimlerime göre sana diyorum ki: Ben mi, ben mi asker oldum? Vah kumanda edeceğim bölüklerin vay haline!...             

- Güzel nişanlım, meğer öyle değilmiş... Benim gibi muhallebiyle nazlı büyütülmüş birçok ihtiyat zabiti var. Onlar, buradaki zeka ve cesaret örneklerinin en akıllı, en fedakâr kahramanları kesildiler.. Hepimiz vatanımızın en küçük bir kayasının, savunmasındaki önemi idrak ederek, uğrunda güllelerimizi esirgemiyoruz...

Bir ay evvelki harpte komutanım muhterem Celadet, yüzbaşılık, ben teğmenlikle taltif edilmiştik. Fakat her ikimiz de bundan mahcup olmuştuk. Kanımızı akıtmadan nail olduğumuz zafer hiçtir... Göğüslerimizi süsleyen şu kırmızı kurdeleleri bile ufak hizmetlerimiz için biz fazla görüyorduk. Vatanımızı o kadar seviyoruz ki verilen mükâfatla övünmek kıvanç duymak değil belki tarihimizin milli iftihar vesilesi olmak istiyoruz.

Eğer senin o melek gibi muhabbetine karsı bir nankörlük ise. vatanımız hürmetine beni lanetleme!..

Evet, ben şimdi mübarek vatanımızı senden çok seviyorum... Ne olur üzülme, şu şekilde seslenişini duyar gibiyim: ''Beni hâlâ seviyor musun?"

Evet, Şefika, yüreğimi dinlemen, ruhumun sesini duyurmam mümkün olsaydı! Belki sen, dilimden duymak isterdin; ama dil sevgi alizesine tercümanlık yapamaz. Çoğu kişiler kendi sevgilerini başka türlü göstermek isterseler. Üstelik gösterebilirler de. Bir kişinin sezgilerini, duygularını sözleri vasıtasıyla anlamak istersen yanılırsın. Çünkü vatanımı senden çok seviyorum. Bana kızma gücenme... Şunu ifade etmek istiyorum ki; Vatanı sevmiş olmam seni sevmiş olduğumu göstermez mi?

Çocuk? Şunu iyi bil. Vatanını sevenler, onun taşını toprağını değil, güzellerini severler. Milleti uğruna can verenler, onların saçı sakalı için değil, değerleri, fazileti, tarihi, saygınlığı için severler. Sen de ulusumuzun, vatanımızın güzelliği, temizliği ve faziletlerinden biri, birincisisin. Onları sevmiş olmam seni sevmiş olmamdır. İşte seni doğrudan severim, yürekten severim, candan severim.. gönülden severim.. Benim yüreğimdeki sevgini göstermek için sevgi sözü azdır. Önceleri Marmara'nın mavi atlas kucağına yaslanan İstanbul'umuzun latif manzaralarının resmini çizerken, bütün güzelliklerinde senden ilham alıyordum. Bu vatan aşkına düşen şunu iyice anladım ki gözlerin, savaşı bitiren barut bulutlarını dağıtan güneşin şu ufka bahşettiği mavi bir saflığa benzediği için beni cezp ediyormuş. Sırma saçlarının bukleleri, sakin bir günde seyretmece muvaffak olduğumuz gurubun altın renkli güneş ışınlarını kararttığı için onları hasretle arzu ederek arıyorum. Yanaklarının pembeliği burada haşin gece savaklarını takip eden istirahat aydınlıklarını temsil ettiği için onlara buradan büyük birer hayranlık buseleri takdim eyliyorum.

Biraz önce küçük madalyondaki fotoğrafını, koynumdan çıkararak doyamayan, ah kanamayan gözlerimle seyrettim. Yok yok dedim, bu bir güzel gölge. Onun için latif, mavi, pembe, kırmızı renklerini göstermiyor! Ben de zihnimde kazınmış olan o gülümseyen patlak suretini seyre daldım... Dünden beri kalbimi inleten hazin bir hissin pençesinde üzülerek, seni hararetle düşünmeye başladım... Eğer ettiğim yemin üzere "Kanlı tepe'nin geri alınışı uğrunda, şehit olursam seni saracak keder ve ıstırapları, vicdanımda duyarak titredim. Hayır, Şefikacığım, hayır! Sen hayat baharının kokulu bir gülüsün. Vatanımıza faydalı kokular saçarak birçok, şefik iyilikler etmelisin... Bak iki gözüm üzülme, beni dinle. Eğer şehit olursam; Çanakkale gazisi bir zahitle evlenerek insanlığın sana yüklediği güzel görevi yerine getirmeye çalış..

Yalnız senden bir ricam var: Kanlı Tepede açılacak damarlarımdan sıcak bir damla kan kalbinin en samimi bir köşesinde sonsuza kadar asılı kalsın.]

Elveda ey ruhumun çocukluk sevdası. Ölünceye kadar senin. Semih"                                     

Günler günleri, mektuplar mektupları takip etti. Semih Bey hicranını mektup sayfalarına karalarken, Şefika Hanım da onları birer mukaddes emanet gibi saklıyordu.                                 

Bir nevi insan öğütme makinesi haline gelen Çanakkale, içine girenleri öğütmeye devam ediyordu. Semih Bey de bu kaçınılmaz sondan kurtulamayacaktı. Ama onun sonu çok şerefli, herkesin imreneceği bir destanlık örneği olacaktı.

Evet, korkulan başa gelmişti. Dârülfünun'lu Semih Bey şehit edilmişti. Haber İstanbul'a çabuk ulaştı. Artık yanık bağırlara taş basma zamanıydı. Anne, baba ve nişanlı üzüntü ve kıvancı birlikte yaşadılar. Bir evladı ya da sevgiliyi kaybetmenin nedameti ile bir şehit evlat ya da şehit eş kazanmanın şükrü.

Şefika Hamım uzun uzun bundan sonra neler yapacağını düşündü, öncelikle şehit nişanlısına yaraşır biri olacak ve öyle evde oturup ağlayarak vakit geçirmeyecekti. Onun bıraktığı yerden gücünün yettiğince bu şanlı mücadeleye destek vermeye çalışacaktı. Bu amaçla da adını hastaneye hemşire olarak yazdırdı. O sıralar Çanakkale'den yığın yığın yaralı getiriliyordu. Birçok bina hastane haline getirilmişti. Yaralılar ilgi bekliyordu. Konvoylar halinde cepheden gelen, vatana kendini feda etmiş bu insanlara yardım etmek lazımdı. Artık her gün vazifeli olduğu hastaneye gidiyor sabahtan ta gece yarılarına kadar yaralıların başında kalıyordu. Nişanlısı Semih'e veremediği şefkat ve ilgiyi onunla aynı cephelerde savaşmış yaralılara sunuyordu. Günler haftalar böyle akıp gitti. Bir gün yorgun bedenini dinlendirmek için evine gitmiş olan Şefika Hanım, hastaneye döndüğünde, kendisini kapıda karşılayan hemşire arkadaşı dün gece getirilen bir hastadan bahsetti.

Hastanın boyundan poşundan, yakışıklılığından, kimseye eyvallah etmeyecekmiş gibi bakan gözlerinden, ama bunun yanında gerçekten acınacak bir durumda oluşundan dem vurdu. Şefika Hanım, hemşirenin bahsettiği hastayı şöyle bir uzaktan süzdü ama hastanın halinde öyle çok da kötü bir şey göremedi. Onlar tam bunları konuşurlarken doktor da yanlarına gelmişti. O da Şefika Hanıma dönerek;

- Hanım kızım şu dört numaralı yataktaki subay büyük işler yapmış, büyük yararlılıklar göstermiş şanlı bir Çanakkale gazisidir. Özellikle merhametli ellerinize emanet ederim.

Şefika;                                                                   

- Olur efendim. Bundan emin olabilirsiniz, dedi.     

Tam bu sırada bir asker içeriye girerek, Garnizon Komutanının yaralıları ziyarete geldiğini haber verdi. Doktor Garnizon Komutanını kapıda karşıladı. İçeriye giren Garnizon Komutanı yaralı askerlere hitaben "Geçmiş Olsun" dedi. Tüm yaralılar hep bir ağızdan "Sağ ol" karşılığı verdiler. Garnizon Komutanı doğruca hastaneye dün gece getirilen subayın yanına gitti. Şefika Hanımla diğer hemşirenin az önce hakkında konuştukları hastanın yanına geldi ve ona hitaben şöyle dedi:                                              

- Geçmiş olsun evladım. Cephede çok büyük yararlılıklar gösterdiniz.                                                                          

Bu sözlerden sonra cebinden çıkardığı bir kutuyu açan Garnizon Komutanı içinde bulunan madalyayı yaralı subayımızın göğsüne taktı.

- Sizin başarılarınız yanında devletimizin küçük bir nişanı. Şu an da bizler sizin meçhul kahramanların akan kanları, yok olan bedenleri sayesinde barışın havasını teneffüs edebiliyoruz. Bunlar barışın bedelidir. Bizlere canınızı, kanınızı, hakkınızı helal ediniz.

Yaralı subay yerinden doğrulmak istermiş gibi bir hamle yaptı fakat başarılı olamayınca yine uzandığı yerden cevap verdi.

- Bizleri bugünler için yetiştiren millet sağ olsun. V^tan sağ olsun, Yüce milletimiz için binlerce Celadetler helal olsun"

Celadet ismini duyan Şefika Hanım irkildi. Şimdi konuşulanları daha bir merakla dinliyordu.                                       

Komutan;                                                               '

- Binbaşılığınızı müjdeler ve tebrik ederim. Celadet Bey, dedi.

- Ah teşekkür ederim, muhterem kumandanım... Evet, bana şan ve şeref var... Fakat ne olurdu!.. Ben de medreseli Teğmen Semih gibi şehit olsaydım..."

Şefika: Semih ismini duyunca: "Semih, Semih, Semih'im" diyerek ağlamaya başladı.

Celadet devam etti: "O, mukaddes vatanımızın kapısını emperyalist, zalim, kan dökücü İngiliz'e kaparken ismini tarihimizin şerefli kucağına attı. O, sevgili arkadaşlarımızın kanlarıyla buharlaşarak eriyen sıcak topraklara zafer naralarıyla uzandı..."

Odadaki herkesin gözleri nemlenmişti. Birkaç kişi duygularına hâkim olamayarak coşkun bir şekilde ağlamaya başladı.

Celadet devamla: "Maalesef benim bu kötürüm sakat hayatım, geleceğim meçhul ve en acıklıdır... Biraz önceki müjdeli, sevindirici haberleriniz sadece malulen emekliliğimden dolayı annemin rahat edeceğinin sevindirici haberidir."

Şefika Hanım'ın hıçkırıkları ardı arkası gelmez bir şekilde devam ediyordu.     

O sırada içeriye giren bir asker Celadet Bey'in annesinin geldiğini haber verdi.

İçeriye giren kadın, her halinden tam bir Anadolu anası olduğunu hissettiriyordu. Gözleriyle tüm hastaları tarayan meraklı ananın gözleri, bir yatakta takılı kalıverdi. Bu gözlere ait bebekler büyüdü, büyüdü ve sonra dertle yüklü bir ızdırap çağlayanı olarak patladı.

"-Ah Celadet'im!... Gözümün nuru! Kuzum! Yavrum! Elhamdülillah seni sağ ve salim buldum."

Koştu ve ciğerparesine sarıldı, sarıldı. Defalarca Allah'a hamd ederek onu ana şefkati ile öptü. Bu manzara karşısında artık kimsede dayanacak hâl, mecal kalmamıştı. Annesinin bu coşkun muhabbetine karşı Celadet Bey hiç kıpırdanmadan yatıyor, sadece gözlerinden hüzün gözyaşları akıtıyordu. Oğluna defalarca sarılan ana, birden doğruldu ve uykudan uyanırcasına silkinerek oğluna hitaben konuştu.

- Oğlum niye sen de anana sarılmıyorsun, kalkıp elindi öpmüyorsun?

Celadet Bey'in yattığı yerden iki büklüm olduğu hissini veren sesi duyuldu usulca.                                                           

- Ah Anacığım, şu yorganı kaldır da altına bakıver.  

Ana heyecanla yorganı açtı. Gördüğü manzara karşısında hiçbir yürek dayanamayacaktır. Ama o anadır ve gördüğü vücut onun ciğerparesine aittir.

- Ah yavrum yavrum!!! zavallı anne olduğu yere yığılır kalır.

İnsanlar koşuştururlar. Ana yüreği gördüklerine dayanamamıştır. Hayatını adadığı evladı, geleceği ve yiğit oğlu Celadet, bir| kolunu omzundan, diğerini dirseğinden kaybetmiştir. Ya bacakları, bir tanesi dizinden diğeri kalçasından yine yoktur. Vatana kurban vermiştir onları ve kendisi dallan budanmış bir ağaç gibi öylece yatmaktadır önünde. Anne bu hali kaldıramamıştır. Tüm müdahalelere rağmen anneyi kurtaramazlar. Orada ruhunu Rahmana teslim etmiştir dertli anne.

Celadet Bey son derece büyük bir teslimiyet içindedir. Ama ağzından şu sözlerin dökülmesine de engel olamaz.    

"Ya Rabbi! Mademki beni yaşattın, bari şu acınacak halimdeyken bir tek ilacımı, imdadımı elimden almasaydın, Ah! şimdi gözyaşlarımı silecek, şefkatli bir ele ne kadar muhtacım!.."

Komutan:                                                               

- Kesinlikle inan oğlum... Seninle evlenecek, seni gözetip kollayacak; bakacak, vatanına yaptığın pek kıymetli hizmetlerine karşılık, sana kadınlık yapacak, şükran borçlarını ödeyecek akıllı ve hamiyetli, binlerce iffetli Türk kızımız var.                        

Komutan, cümlelerinin sonuna doğru düşüncesinden emin bir ses tonuyla söylemişti bunları.

Celadet: "Anlıyorum efendim. Ama böyle bir ağaç kütüğünü kimse kabul etmez!"

Şefika derhal ileri atılır: "Yanılıyorsunuz, Celadet Bey, hem Semih'in vasiyetini yerine getirmek, hem de sizin gibi şanlı gazinin hizmetinde bulunmuş olmanın vereceği şerefle ben övünmek istiyorum. Lütfen beni bu şereften mahrum etmeyiniz!"

Komutan; hayranlık dolu gözlerle Şefika Hanım'a hitap etti:

- Berhudar ol kızım, bu vatanın ekmeği sana helal olsun.

Celadet'in gözleri parladı. Dudaklarındaki acı ifade kaybolmuş, yerini hürmet belirtileri almıştır:

- Ah şimdi anlıyorum.. Ey büyük Rabbim, anamı alıp, şimdi bana meleğini mi gönderiyorsun? Siz Sevgili arkadaşım, yoldaşım, candaşım, kardeşim Semih'ten bana intikal eden şefkat meleğisiniz...

Şefika Hanım

- Sizi mesut edeceğime söz veriyorum. Yalnız izin veriniz sen gibi vatanımı, bayrağımı çok seviyorum. Çanakkale Savaşları'ndan kalbime sıçrayan "bir damla kan" size karşı taşıyacağım şefkatli hürmetkâr muhabbetimin üstünde sonsuza kadar asılı kalacaktır.

Celadet hemen cevap verdi:                                  

- Evet, o fedakâr Semih'in mübarek kanıdır! Onun yanına şu feci halimden dökülen bir damla gözyaşı da benden hediye olsun

O da tahammül edilemeyecek bu hadiseler karşısında tamamen hıçkırıklara boğulmuştu. Gencinden yaşlısına, kadınından erkeği herkes ağlıyordu.