Şehitlik velayet makamlarından biridir. Dolayısı ile veliliğe bakış açımız, şehitliğe bakış açımızla aynı olacaktır. Şehitlerin değişik zamanlarda, özellikle gayri Müslimlerle yapılan savaşlarda temessül ettiklerine ve bizzat savaşarak veya savaşanlara yol göstererek yardımcı olduklarına dair birçok olay anlatılır. Değişik zamanlarda basına yansıyan bu olayları bir kısım insanlar inkar ederler. Şu noktayı vurgulamamız gerekir:

Günümüz hastalıklarından biri de Allah dostlarına karşı tavır almaktır. Evet; büyükleri küçük gösterme veya onları kendi seviyemizde İnsanlar olarak değerlendirme korkunç bir düşünce çarpıklığıdır. Böylelerinin hezeyanlarına kulak verirseniz şunları duyarsınız: "İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik, Gaza-lî, İmam Rabbanî, Şazelî, Abdülkadir Geylanî gibi kişiler de bizim gibi insanlardır. Dolayısıyla da onlara âit menkıbelerin aslı-astarı yoktur.." Böyle müfrit veli düşmanları, şunu kafiyen bilmelidirler ki, onları küçültmeye; çalışmakla onlar küçülmedikleri gibi, böyle bir gayretle kendileri de asla büyüyemezler. Böylelerinin kazandıkları başka değil sadece mahrumiyettin, büyüklerin feyiz ve bereketlerinden mahrumiyet.. büyüklüğe inanmadıkları için kendileri adına mahrumiyet.

Birinci mahrumiyetten kastettiğimiz mana açıktır ve izah istemez zannediyorum, ikinci mahrumiyetle ise, şunu kastediyoruz: İnsan bir neticeye inanmadıkça, onun yolunda olsa dahi, o neticeye ulaşamaz. Diyelim ki, bir insan evliyaya ait kerameti inkâr ediyor. Bu insan, velayet yoluna girmiş olsa bile, keramet ufkunu yakalayamaz. Çünkü o böyle bir şeye inanmamaktadır. Bu basit misali daha başka sahalara da teşmil etmek mümkündür. Meselâ; ruh ve kalbin kendilerine göre birer derece-i hayatları bulunduğuna inanmayan insanın, katiyen o mertebelere çıkması söz konusu değildir. Bu bölüme dâhil mahrumiyetler çoktur. Biz birkaçına işaret edip geçelim:

Allah dostları velilere karşı takınılan menfi tavır, himmetin kolunu kanadını kırdığı için büyük bir mahrumiyettir. Zira onlar, İmam Rabbanî'yi, Abdülkadir-i Geylanî'yi kendi seviyelerine indirmekle, kendi ufuklarını kapatmış sayılırlar. Yani bu nasipsizler, onlarla aynı seviyede olduklarına göre, gidecek yol, alınacak mesafe kalmamış ve yolun sonuna varılmış demektir. Eğer yolun sonu bu zavallıların vardığı yerse, bu ne kötü sondur! Çünkü insan herkesi kandırsa da kendini kandıramaz ve vicdanını aldatamaz. Vardığı yeri netice kabul eden bu insanlar, her şeye rağmen katiyen bilmektedirler ki, yolun sonu bu olamaz. Ayrıca bir üst dereceyi kabul etmeme, ümide indirilmiş büyük bir darbedir, ümidi mefluç bir insanın ise, ruhî hayat adına en küçük bir kıpırdanışa dahi mecali yoktur.

Büyükleri saran bunca ilâhî lütufları görmezlikten gelmek, bir yönüyle Cenâb-ı Hakk'ın lütuflarına da göz kapamak demektir. "Kul Allah'ı nasıl bilirse Cenâb-ı Hak'tan öyle muamele görür" prensibinden hareketle, böyle bir göz kapamayı değerlendirecek olursak, o kişinin mahrumiyetinin büyüklüğü kendiliğinden ortaya çıkar...

Büyükleri kendi seviyelerine indirenler büyük bir zulüm içindedirler. Zira o makamı onlara Cenâb-ı Hak vermiştir. Allah tarafından verilen böyle bir makamı onların elinden almaya yeltenmek -zaten almak da imkânsızdır- zulüm değil de ya nedir? Birçok ayetin işaretiyle, mütecaviz ve saldırganlar felah bulmayacaklarına göre, bu haddini bilmezlerin de bir yere varması mümkün değildir.

İşte evliya menkıbelerinin nakledilmesini tenkit edenlerden bir kısmı böyle insanlardır. Onların tenkitlerinin temelinde, evliyayı inkâr ve kerameti tezyif vardır. Çıkış noktalan hata olduğu için de iddia edip ortaya koydukları meselelerde hatadan kurtulamamaktadırlar.

Ancak ikinci bir grup insan daha vardır ki, zahiren onların söyledikleri de tenkit gibi görülebilir. Fakat diğerleriyle bunların arasında ciddi farklar söz konusudur. İkinciler, katiyen evliya menkıbelerinin nakline karşı değillerdir. Onların şikâyetleri bu menkıbelerin hayata geçirilemeyişidir. Yani onlar da, bir İmam Rabbanî'nin, İmam Şazelî'nin, Şah-ı Nakşibendî'nin ve diğer büyüklerin menkıbelerinin anlatılması hususunda hemfikirdirler; ama sadece bu menkıbeleri dinlemek onların mazhariyetlerini elde etme adına yeterli değildir. Eğer bu menkıbeler, bizlerde teşvik adına bazı latifeleri uyandırıyorsa, en azından menkıbelerini okuduğumuz zatlara benzemeye özenmeli ve onları yükselten amelleri hayatımıza tatbik etmeliyiz, derler. Bu ikinci görüş gayet masumdur, yerindedir ve katiyen birinci görüş sahipleriyle iltibas edilip aynı kefede değerlendirilmemelidir.

Biz de, kanaat olarak son görüşü destekliyor ve diyoruz ki: Menkıbelerle teselli olma, bir ölçüde menkıbe kahramanı olamamanın ifadesidir. Öyleyse bizler, sadece büyüklere ait menkıbeleri dinlemek Ve okumakla yetinmemeli; himmetlerimizi âli tutarak onlar gibi olmaya çalışmalıyız. Zira İslâm, mebde ile müntehayı birleştiren bir dindir. İşin başındaki bir insan, kendine göre ondan istifade edebileceği gibi, Cibril de kendine göre istifade edebilmektedir. Öyleyse her insan, kendi istifadesi açısından işin zirvesine ve en münteha noktasına talip olmalıdır., ve Allah'a kurbiyette "daha yok mu?" ufkunu yaşamalıdır. Bu da ancak, büyüklük yolunda yürünürse imkân dâhiline girecektir. Bu yol ise azami takva, ihlâs, zühd ve vera gibi esaslar üzerine kurulmuştur.

Onlarsız Allah'a yaklaşmak ve onlarsız büyüklere benzemek mümkün değildir...