Kimi mutsuz olmaktan korkuyor, kimi başarısız olmaktan, kimi sıradan olmaktan, kimi bir hiç olmaktan, kimi kaygılarıyla yüzleşmekten, kimi mutluluğu arayıp da bulamamaktan, kimi farkına vardığında dünyaya dair hissedeceklerinden, kimi hayal kırıklığına uğramaktan, kimi içindeki boşluktan ve bunu dolduramamaktan, kimi varlığının anlamını bulamamaktan, kimi günah işlemekten, kimi ölümden, kimi süper kadın ya da süper adam olamamaktan, kimi yalnızlıktan, kimi büyümekten, kimi gaflete düşmekten, kimi kayba uğramaktan, kimi ızdırap çekmekten, kimi umudunu kaybetmekten, kimi de umut etmekten, kimi acı çekmekten, kimi sevmekten, kimi sevilmemekten, kimi sevdiklerini kaybetmekten, kimi unutulmaktan korkuyor, kimi ait olamamaktan, kimi de bir sığınak bulamamaktan.

Aslında bana kalırsa modern insan tüm bu korkularının üstünü örtebilmek için durmaksızın mutluluğu arıyor. Ve pek çok gelişim kitabı da nasıl süper kadınlar veya erkekler olabileceğimizin; hiç sorunsuz, bütünüyle mutlu, sınırsız servet içinde bir hayatın nasıl kazanılabileceğinin sırrını vaat ediyor bize.

Oysa mutluluk için ihtiyaç duyduğumuz bir tek şey var bence. O da bütün kalbimizle ve şimdi burada olmak. Arzularımızın, hırslarımızın dikkatimizi dağıtmasına izin vermeden yola çıkmak ve farkına varmak. Aslında farkına varmak kişinin kendini bilme çabası olarak da söylenebilir. Hiçbirimiz kendimizle yüzleşmekten mutlu olmayız, çünkü farkındalıklarımız kaygılarımızı çoğaltır. Ama kaygıların başı, en önemlisi ya da her nasıl nitelersen nitele en en eni anlamsızlık kaygısı.

Farkına vardım ki biz bütün anlamları anlamlandıran bir anlam isteriz; bu dünyadaki varoluşumuzu açıklamak, deryalar içre bir katre olmanın dayanılmaz uçuculuğunu gidermek isteriz.

Kolay mı? Yeryüzündeki milyonlarca canlıdan biri olmak ve yine de biricikliğimize inanmak.

İnsana faydalı bir ömür sürdüğü hissini veren şey ailesinin, dostlarının, komşularının, sevdiği kişinin o kişi hakkında beslediği olumlu duygularmış. Onu anlamlı kılmasıymış meğer.

Olmak cesaret işiymiş. Kaygılarla yüzleşmek cesareti.

Muhakkak ki başımız dönecek. Sendeleyerek uçurumdan aşağıya gideceğiz. Ama bakmazsak hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz orada ne olduğunu; bizi bekleyen, bizi biz yapan şeyi.

Günümüzün en büyük sorunu olan varoluşsal boşluk, özel ve kişisel bir hiçlik duygusu belkide.

İçinde kocaman boşluklar olan biz kırılgan erkekler ya da kadınlar hayatın uğramadık arka sokağını bırakmamış ama elinde avucunda bir şey kalmamış kimseleriz… Ne bir inci, ne bir gizli hazine, ne hayatı açıklamaya yetecek sloganlar, ne ömre yayılan bir aşk, ne uğruna ölünecek bir dava.

Kimse bize ilişmesin isteriz, ama bir punduna getirdiklerinde, onlara anlatacağımız bir hikayemiz de mutlaka var. Hatta bazen keşke birileri deşelese de biz de bunları anlatsak diye beklemiyor da değiliz.

Çoğunlukla işlerimize yapışıyoruz ve orayı kendimize bir sığınak kılıyoruz.

Oysa “Çalışmak Özgürleştirir” Nazi Toplama Kampları’nın sloganıdır.

Anladım ki, yaşadığımız her şeyin bir anlamı var. İnsan düşüyor, kalkıyor, kendine bir hikaye kuruyor. Kendi hikayesine çok inanıyor, az inanıyor. Başkalarının hikayesine inanıyor. Kendine inanılacak başka hikayeler buluyor. Bir ömrü bir hikayenin parçası olmak için tükettiği oluyor.

Aslında insan bir yoksunluğa uğramazsa elindeki şeyin kıymetini kolayca unutuyor.

Yoksunluklar ya da yaşanan kayıplar insanlara bir muhasebe imkanı veriyor. Kendilerini nasıl gördüklerini, çevrelerindeki dünyayı nasıl algıladıklarını, hayatlarının hangi istikamette seyrettiğini gözden geçirmelerini sağlıyor.

Hayat bizim için nasıl büyük bir imkansa, yaşanan kayıplar da hayatın anlamına nüfuz etme şansı sunuyor bize.

Kayıp, dünyanın sıradan dertleri arasında kaybolan ruha bir uyandırma çağrısı. ”Uyan ey gözlerim, gafletten uyan. Uyan ey kalp, dalgınlık uykusundan. Hayatını bugüne kadar yaşadığından daha anlamlı, daha derin, daha dolu, daha bir hissederek yaşa. Öncelik ve hedeflerini şimdi bir daha tart, acıyla büyüyen ruhunun terazisinde. Merhameti yüreğinin çeperlerinde hisset. Yeryüzü tanığındır nasılsa.”

 

Hepimiz sadece anda yaşıyoruz. O uzun, o büyük ve şimdinin coğrafyasında. Bugün seviyor, yarın daralıyoruz.

Oysa anladım ki, yaşamı oluşturan anların hepsi bir daha geri gelmemek üzere ölmekte.

Oysa kanat takıp uçabilsek, gökyüzüne çıkıp da alemi seyredebilsek; yükselebilsek de ömür denen o kavisli ırmağı bir bütün olarak görebilsek; yağmur kokan bir sabaha karşı camı açıp da içimize gökyüzü çekebilsek, yaşamın yalnızca sevgi ve mutluluk üzere yaratıldığını hissedeceğiz. Sessizliğin sesini duyacağız. Oraya kelimeler girmeyecek. Aklın, egoların, kaprisin, inadın, küskünlüğün orada yeri olmayacak.

Evet bazen bir bulutun yer değiştirmesinden, bir halden, bir dudak kıvrımından, bir öfkeden inciniriz. Ama anladım ki, olgunluk incinmemeyi de bilmekte. Kin tutmamakta. Bağışlamakta. İnciten ne yaptığını bilmiyor ama, bak sen biliyorsun. Öfkeden okların ruhuna saplanmasına asla müsaade etme.

Sessizlikle iyileştirilmesi gereken anlar vardır. Bazı anlar sadece susuşla onarılabilir; sadece susmak, o andaki çaresizliği, dehşeti ve öfkeyi giderebilir.

Kalbin, aklın bilmediği sebepleri vardır. Ama insanlar bazen o kadar akılla ve mantıkla davranırlar ki bu sebepleri göremezler. Aynı şeye bakıp ve ayrı şeyler görürler.

İnsanların sağlıklı bir diyalog için önce kendi kabullerini askıya almaları gerekirmiş.

Bazen insanların mutlak saydığı değerler, diyalog önünde engel teşkil edebilirmiş.

Tüm bunların toplamı olarak da diye bilirim ki,

“Hayat” sadece, sadece ruhumuzun teselli bulma çabası ve o kocaman varoluşsal boşluğu doldurabilmeyi başarmasıdır.

Eminim ki, her arayan bulamaz ama, bulanlar da sadece arayanlardır.

O halde ikinci defa yaşıyormuşçasına ve ilk kez şimdi yapmak üzere olduğun gibi hatalı hareket etmişçesine yaşa.

 

“……………………………………..

Unutma, yaşamak şakaya gelmez

Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

Ölmekten korktuğun halde, ölüme inanmadığın için

…………………………………………..”