Dünyanın en iyi beşyüz üniversitesi açıklandı, hiçbir üniversitemiz bu sıralamaya giremedi. Gerekçeler muhtelif, ama çözüm noktasında herkes hemfikir: Üniversiteler bilimsel üretim merkezi olmalı. Geçtiğimiz haftalarda The Times Gazetesi'nin 'Times Higher Education' adlı eğitim ekinde dünyanın en iyi 500 üniversitesi açıklandı.

Listede Türkiye'den hiçbir üniversite yoktu; aynı şekilde Avrupa'nın en iyi yüz üniversitesi sıralamasında da... İlk 500 sıralamasında ilk 10'da sekiz Amerikan, iki İngiliz üniversitesi yer aldı. Bu sıralama yapılırken üniversitenin eğitim ve öğretim kadrosunun niteliği, uluslararası dergilerde yayımlanan bilimsel makale sayısı, kendisine atıfta bulunulan araştırmacı sayısı, uluslararası akademik başarılar ve yurtdışından burslu gelen öğrenci sayısı gibi birtakım kriterler göz önünde bulunduruluyor. Eğer Nobel Ödülü sahibi değilseniz ilk 50'ye girme ihtimaliniz hiç yok.

Benzer bir araştırma daha önce Çin'in ?anghay Jiao Tong Üniversitesi tarafından yapılmış, İstanbul Üniversitesi zor da olsa sıralamaya girebilmişti. İngilizlerin yaptığı araştırmada dünyanın en iyi bin 300 bilim adamının değerlendirmesi dikkate alınırken, Çin'in yaptığı çalışmada rakamlar göz önünde bulunduruluyor. Bilim camiası, rakamlara dayandığından Çin'in araştırmasını daha güvenilir ve dikkate değer buluyor.

Üniversiteler olgunluk dönemine yeni girdi

Türkiye'de 53 kamu ve 24 vakıf üniversitesi var. 28 bin doçent ve 70 bin akademisyenin görev yaptığı üniversitelerde uluslararası dergilerde makale yayımlayan öğretim üyesi sayısı her yıl 3-4 bin arasında değişiyor. Peki, Türkiye'deki üniversiteler uluslararası standartlardan uzak bir eğitim mi veriyor? Türkiye'nin en iyi üniversiteleri olarak kabul edilen Boğaziçi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin (ODTÜ) rektörlerine göre, bu tür sıralamaları fazla abartmamak lazım. Zira, bunlar uluslararası bağımsız bir kuruluş tarafından yapılmıyor ve değerlendirme şekli de subjektif.

ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ural Akbulut, tarihi geçmişe atıfta bulunarak, Türkiye'deki üniversitelerin olgunluk dönemine yeni girdiğini söylüyor; ABD ve Avrupa'daki üniversitelerin köklü bir geçmişe sahip olduğunu hatırlatarak... Türkiye'de 'modern' anlamda ilk üniversite 1933'te Darülfünun'un İstanbul Üniversitesi'ne dönüştürülmesiyle kurulur. Almanya, Avusturya ve Fransa'dan gelen akademisyenler bir yandan yeni fakülteler kurmak için çalışır, bir yandan da modern eğitimi destekleyecek ders kitapları yazar. Dönemin şartları itibariyle köklü bir yapılanma sağlanamaz. Dolayısıyla temel bilgilerden mahrum öğretim elemanlarının 30 yıl boyunca kaliteli bilimsel araştırma yapmaları mümkün değildir. Ciddi bilimsel araştırmalar ancak 1960'lardan sonra yapılır. 1984'te Yüksek Öğrenim Kurumu'nun (YÖK) çıkardığı kanunla profesör olabilmek için uluslararası bilim dergilerinde yayın şartı getirilir. Böylece, uluslararası alanda bilimsel yayın sayısı hızla artar.

Ural Akbulut, ilk 500'e giremediğimiz için bu kadar moral bozmanın yersiz olduğunu; fakat yine de dikkate almak gerektiğini belirtiyor. Boğaziçi Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Cem Behar, söz konusu sıralamanın çok gürültü koparttığını, dikkate alıp kompleks yapmanın anlamı olmadığını söylüyor. 'Üniversite kurulmaz, üniversite olunur.' diyen Behar, ODTÜ rektörü gibi düşünüyor ve bilimsel üretimin bir gelenek neticesi oluşacağına inanıyor. Zamanla daha iyi bilimsel araştırmalar yapılacağını, makale ve atıf sayısının artacağını dile getiriyor.

'Benmerkezci' bir yapı: YÖK

Her ne kadar Ural Akbulut ve Cem Behar, nitelikli üniversitenin zamanla ortaya çıkacağını vurgulasa da Türkiye'deki üniversitelerin eğitim seviyesini farklı açıdan değerlendirenler de var. Örneğin, Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Prof. Dr. Kadir Erdin. Erdin'e göre, Türkiye'de kaliteli üniversitelerin ortaya çıkmamasının önündeki en büyük engel 6 Kasım 1981'de kurulan Yüksek Öğrenim Kurumu. Bu kurumun 'benmerkezci' bir yapı olduğunu iddia eden Erdin'e göre, önceden yurtdışındaki üniversitelerle iyi olan ilişkiler, YÖK'le birlikte tarih oldu. Yöneticiler YÖK tarafından aşırı yetkilerle donatıldı. Böylece, atılma ya da sürülme korkusu yaşayan öğretim üyelerinin eli kolu bağlandı, üretimleri azaldı.

'YÖK'ün olumsuz etkilerinin başında düşünce özgürlüğünü kısıtlaması gelir.' diyen Üniversite Öğretim Görevlileri Derneği Başkanı Prof. Dr. Tahsin Yeşildere, bu kurumun kaldırılması gerektiğini düşünüyor. YÖK'ün baskı unsuru olduğunu, öğretim görevlilerinin düşünce özgürlüğünün kısıtlandığını öne süren Yeşildere, örnek olarak eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz'ün 750 öğretim üyesi için rektörlere soruşturma açılması talimatı vermesini gösteriyor. Öğretim Üyeleri Dayanışma Derneği Başkanı Prof. Dr. ?efik Dursun ise bilimsel araştırma yapabilmek için özgür ortamların sağlanması gerektiğini, farklı görüşlere tahammülü olmayanların bilimsel araştırma yapamayacağını düşünüyor. Dursun'a göre, 28 ?ubat sürecinde üniversitelerde insanlar düşüncelerine göre tasnif edildi, farklı görüşte olanlar dışlandı. Hatta öğretim üyeleri yaptığı araştırmanın sonucunu dahi söyleyemedi. 'Araştırmaların motoru öğretim üyeleridir, onlar da dışlanınca kim araştırma yapacak?' diyen ?efik Dursun, üniversitelerde demokrasinin gelişmediğine dikkat çekiyor.

ODTÜ Rektörü Ural Akbulut öğretim üyelerinin 'üretememe' özrünü 28 ?ubat sürecine bağlamanın doğru olmadığı görüşünde. Aynı kanaati paylaşan Boğaziçi Üniversitesi Rektör Yardımcısı Cem Behar, 28 ?ubat'tan arta kalan tek konunun üniversitelerdeki türban sorunu olduğunu hatırlatıyor.

Üniversitelerin kalitesi ölçülürken en önemli kriterlerden biri olarak bilimsel çalışmalara yapılan atıflar gösteriliyor. Türkiye'nin son yıllarda yayın oranı yükselirken, aynı şeyi atıf için söylemek mümkün değil. 2002'de 10 bin 309 yayın 10 bin 771 atıf alırken, 2003'te 11 bin 998 yayın 3 bin 357 atıf aldı. 2004'te ise yayın sayısı 14 bin 107 olarak açıklandı. Atıf oranının artmaması 'Acaba bilimsel çalışmaların kalitesi mi düşük?' sorusunu akla getiriyor.

Araştırmaların atıf alabilmesi için özgün olması gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Tahsin Yeşildere, 'Türkiye'de ilk, dünyada da ilk yapanların arasına girmeniz gerekir ki atıf alabilesiniz. Eğer siz yapılmış araştırmaları ufak değişikliklerle sunmaya çalışırsanız elbette atıf alamazsınız. Bizimkiler özgün değil, geneli taklit niteliğinde.' görüşünü savunuyor. Prof. Dr. Cem Behar ise çabuk sonuca varmamak gerektiğini, atıf sayısının zaman içinde yükseleceğini belirterek, 'Bizim İngilizce ile ideolojik problemimiz var.' diyor. Behar'a göre, İngilizce'nin uluslararası bilim dili olduğunu hâlâ kabul etmeyen öğretim üyeleri var. Matematik dilini bilim dili kabul eden zihniyet İngilizce'ye milli duygularla karşı çıkıyor. Atıf oranının İngilizce'yi bilim dili kabul edip en iyi şekilde kullandığımızda yükseleceğini düşünüyor.

Prof. Dr. Kadir Erdin'in iddiasına göre, bazı öğretim üyeleri kademe yükseltmek ve YÖK'ün çıkardığı yasaya uymak için uluslararası bilimsel yayın dergilerini toplatıyor, yazması gereken konuları çıkarıyor, gerekli alıntıları yapıyor, bir iki değişiklikten sonra 450 dolarla birlikte makalesini gönderiyor ve hemen yayımlanıyor. Fakat, bunlar özgün olmadığı için başarılı bulunmuyor.

'Tapu kadastro memuru' öğretim üyeleri

Üniversetilerdeki verimi düşüren bir başka faktör ise öğretim üyelerinin devlet memuru statüsünde olması. Prof. Dr. ?efik Dursun'a göre, bir öğretim üyesi yıllarca araştırma yapmasa, makale yayımlamasa, ders programlarını güncellemese hiçbir kurum ve kişi ondan hesap soramıyor. Dolayısıyla, bu rahat ortamda bilimsel araştırma sayısı da kalite de düşüyor. Örneğin, bir öğretim üyesi bilimsel araştırma yapmak için devletin imkanlarıyla yurtdışına gönderiliyor. Türkiye'ye döndüğünde kimse ne yaptığını, ne ürettiğini, getirdiği değişiklikleri, çalışmalarının ders programına nasıl yansıyacağını sormuyor.

Prof. Dr. Cem Behar üretmeyen, sadece dersini anlatıp köşesine çekilen öğretim üyelerini 'tapu kadastro memuru' olarak tanımlıyor. Prof. Dr. Ural Akbulut ise profesör olduktan sonra makale yazmayı bırakan akademisyenlere yazdıkları makale başına prim verilerek üretkenliklerinin artırılabileceğini düşünüyor.

Bilimsel araştırmalara ilgisizliğin bir sebebi de hem vakıf hem de devlet üniversitelerinde çalışan ya da daha fazla gelir elde edebilmek için ek derslere giren öğretim üyelerinin çalışma yoğunluğu gösteriliyor. Zira, gününün büyük bölümünü ders anlatarak geçiren yorgun beyinlerin araştırma yaparak kendini geliştirmesi hayli zor. Sırf maddi imkansızlıklar yüzünden geçen yıl Marmara Üniversitesi'nden Yeditepe Üniversitesi'ne 386 öğretim üyesinin geçtiğini biliniyor. Bugün, ortalama olarak bir araştırma görevlisi 820 YTL, yardımcı doçent 1100 YTL, profesör de 1930 YTL maaş alıyor. Prof. Dr. Tahsin Yeşildere öğretim elemanlarının hayat standartlarının iyileştirilmesi gerektiği kanaatinde. Ona göre, geçim derdi çeken, istediği her kitabı alamayan, sinema ve tiyatroyu takip edemeyen, araştırma için yurtdışına gidemeyen, gününün her saatini ders vermekle geçiren öğretim üyesinden özgün makaleler beklenmesi doğru değil.

Gençler bilim adamı olmak istemiyor

Görüştüğümüz öğretim üyelerinin birleştikleri önemli noktalardan biri de gençlerin bilim adamı olmak istememesi. Sebep olarak da hayat şartlarının zorluğu, bilim adamına verilen değerin azlığı, sunulan kısıtlı imkanlar ve üniversite kadrolarının açılmaması gösteriliyor. Gençler yurtdışında eğitim alarak ya bulundukları ülkede kalıyor ya da özel sektörün sunduğu rahat yaşamı seçiyor. Zaten her yıl katlanarak artan beyin göçünün sebebi olarak da bunlar gösteriliyor. 'Türkiye'de belirli bir üniversite eğitim politikası yok.' diyen Çukurova Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. İbrahim Ortaş, öğretim elemanı seçme aşamasında hocalara verilen yetkiyi iyi kullanmadıklarına dikkat çekerek, 'Çok başarılı, motivasyonu yüksek, kararlı insanlar sevilmedi. Bunların yerine söz dinleyen, verilen işi yapan tercih edildi. Dolayısıyla kalite giderek düştü.' diyor.