Bu aralar anayasa değişikliğine referandumda 'evet' demenin 12 Eylül'den hesap sorma anlamına sokulduğu bir dönemdeyiz. Her şeyi bir kenara bırakırsak, 1980 darbesinin dolaylı olarak ülkeye getirdiği bir yarar olarak eğitim fakültelerinin kurulmasını görebiliriz. Yalnız bunu görmek bazılarının hoşuna gitmemiş olsa gerek. Şu anda eğitim fakültelerine yapılanlara bakıldığında, 12 Eylül'den hesap sorulurken, eğitim fakültelerinin de hesabının kesildiğini görmek zor olmayacaktır.


O günlerin getirdiği, eğitim fakültelerinin kurulması ve programlarının yapılandırılmasıydı. O zamana kadar, öğretmen açığının çok fazla olması nedeniyle, lise veya üniversite, bir şekilde eğitim almış kişilerin sınıflara sokulmasından ibaret olan bir eğitim politikamız vardı. 1982 yılında, görevlerinin arasında belki de en önemlisi sayılabilecek 'öğretmen yetiştirme' görevi eğitim fakültelerine verildi. Sonrasında ise, 1998 yılında Dünya Bankası'ndan gelen bir yardım ile eğitim fakültelerinde yeniden yapılandırılmaya gidildi. Yeniden yapılandırmaya ihtiyaç duyulmasının en büyük nedenlerinden biri, eğitim fakültelerinin temel bilimlerden (biyoloji, fizik, kimya gibi) mezun ve bu alanlarda doktorasını yapmış öğretim üyeleri ile doldurulmuş olmasıydı. Bu öğretim üyeleri doğal olarak eğitim dersleri vermiyor ve eğitim konusunda araştırmalar yapmıyorlardı. Dolayısıyla eğitim fakültelerinden istenilen verim alınamıyordu. Bu yüzden, tahsis edilen bütçenin büyük bir bölümü yurtdışında eğitim alanlarında doktora derecesi alıp, yurda dönerek eğitim fakültelerinde görevlendirilecek kişilere ayrıldı. Bu burs imkânı Atatürk zamanında başlatılmış 1416 sayılı kanuna göre verilen, eğitim fakültelerine de 1998 öncesi verilmiş, yalnız yine mühendislikten tutun hukuğa kadar uzanan eğitim ile alakası olmayan doktora dereceleri için harcanmıştı. İşte 1998 yılında ilk defa büyük bir grup genç, eğitim konusunda uzmanlık derecesi almak için ABD ve Avrupa ülkelerine gönderildiler. Çoğu 2004 yılından bu yana Türkiye'ye dönmekte. Ben de onlardan biriyim.

Değişiklik yazıları
Bu kısa tarihçeden sonra son bir yılda, özellikle bu yaz döneminde YÖK'ten eğitim fakültelerine dalga dalga gelen 'değişiklik' yazılarına geçelim. İlk gelen yazıda 'öğretmen yetiştiren kurumlar' olarak değiştirilmek istenen bir tabir vardı. Yani artık eğitim fakültelerinden bu görev alınacaktı. Çok geniş olan bu kavramın arkasına sığınabilecek o kadar çok kurum olabilirdi ki. En iyisi üniversitelerin bünyesindeki fakültelerin bu işe soyunması (en yakın aday fen-edebiyat fakülteleri görünüyor) en kötüsü ise 'öğretmen yetiştiren özel kurslar' olabilirdi bunlar.


İkinci yazıda ise 3,5+1,5 veya 4+1,5 modeliyle (tezsiz yüksek lisans) mezun veren ortaöğretim fen ve sosyal bilgiler alan öğretmenlerinin yetiştirildiği bölümlere artık öğrenci alınmayacağı belirtiliyordu. Peki hangi birimlerde bu alana öğretmen yetiştirilecekti? Onu bir sonraki yazıda öğrendik.


Üçüncü dalga daha kuvvetli geldi. Bu yazı ise 'pedagojik formasyon verme ilkeleri' başlığı ile rektörlüklere ulaştırılmıştı. Neden, niçin, kimlere pedagojik formasyon (öğretmenlik sertifikası da deniyor) vermek isteniyordu? Bu tür politikalar öğretmen açığı olan ülkelerde zaman zaman uygulana gelen bir politikaydı. Geçmişte öğretmen açığı varken ülkemizde de uygulanmıştı. Türkiye'de 200binden fazla KPSS'den çok yüksek puanlar aldıkları halde, kadro verilmediği için öğretmen olamayan eğitim fakültesi mezunu varken, niçin böyle bir adım atılmıştı? Yapılan araştırmalar sonucunda, Türkiye'de eğitim fakültesinden mezun olan öğretmenler neyi yapamamışlardı ki başka fakülte mezunlarına 'öğretmen olun' deniyordu? Ayrıca YÖK'ten gelen bu yazıda kimin bu formasyonu verebileceği de açıkça belirtilmemişti. İlk ilke şöyle diyordu 'eğitim fakültelerinde yeterli uzman kadrosu olan üniversiteler, istedikleri takdirde...' ama bu formasyonu verecek birim açıkça 'eğitim fakülteleri' olarak görünmüyordu.


Neden çok İkinci sorun 'istedikleri takdirde' kısmındaydı. Eğitim fakülteleri ve fen-edebiyat fakültelerini de karşı karşıya getiren bu nokta oldu. Eğitim fakültelerinin böyle birşey istemeyecekleri belliydi. Birçok neden var:
(1) 1982 ve 1998'in meyveleri henüz alınmamıştı, ülkece neyi nasıl yapıyorduk, bilmiyorduk. Öğretmenlerimizin neyi nasıl yaptıklarını, bilmiyorduk. Eğitim fakülteleri bu kısa zamanda ancak eğitim doktorası olan öğretim üyeleri yetiştirmiş veya bu kişiler yurtdışından yeni yeni gelmeye başlamışlardı. Yeni yeni eğitim araştırmaları yapılıp, yurtiçi ve yurtdışında yayımlanmaya başlanmıştı.


(2) Eğitim fakültelerinin öğretmen yetiştirme misyonunun yanı sıra eğitimi bir bilim olarak güçlendirmek, eğitim alanına akademisyen yetiştirmek ve eğitim alanında hem akademik konularda hem de uygulamada destek verecek araştırmalar yapmak vardır. Eğitim fakültelerinin elinden öğretmen yetiştirme misyonu alındığında eğitim fakülteleri genel eğitim dersleri veren bir formasyon kurumu olurlar ki, bu da eğitimin bilim olarak yapılamaması, alana akademisyen yetiştirilememesi ve araştırma yapılamaması, sürekli olarak kapısına formasyon almak için yığılan binlerce öğrenciye ders vermekle yetinmesi sonucunu doğurur.


(3) Eğitim fakültelerinin şu andaki ders yükü ve öğrenci sayıları ve sürekli arttırılan öğrenci kontenjanları ile öğretim elemanı sayısı eşleştirildiğinde durum hiç iç açıcı değildir. Bu durum eğitim kalitesi ile ilgili ciddi sonuçlara yol açacaktır. Eğitim Fakültelerinin tüm uyarılarına rağmen öğrenci sayıları artırılmakta fakat öğretim elemanı kadrosu verilmemektedir. Böyle bir yükün altında eziliyorken, eğitim fakültelerinin gelecek olan fen edebiyat fakültesi öğrenci ve mezunlarının oluşturacağı fazladan yükü kaldıramayacağını görememek imkânsızdır.

(4) Öğretmenlik bir meslektir. Nasıl mühendis mühendislik fakültesinde, hukukçu hukuk fakültesinde, doktor tıp fakültesinde yetiştiriliyorsa, öğretmen de eğitim fakültesinde yetişir.


Eğitim fakültelerinin 'hayır' deme nedenlerinden bir kaçı bunlardı ve bunlar olacaktır.


Fen-edebiyat fakültelerinin istekli olmalarının nedeni ise, meslek kazandırmayan (sadece temel bilim yapan ve alanlarına akademisyen yetiştiren) bölümlerden ibaret oldukları için azalan öğrenci taleplerini, 'öğretmenlik sertifikası da veriyoruz' diyerek arttırmak, puanları yukarı çekip kaliteli öğrencileri bünyelerine katmaktır. Bu durum ise eğitim fakültelerinin formasyon fikrine hayır demesinin nedenlerinden birini oluşturmaktadır.
Eğitim fakültelerine olan talep gitgide düşecektir. Kim dört senede bir tek öğretmen olmak yerine, iki diplomaya birden sahip olup hem de öğretmen olmak istemez ki sonuçta? Bu yolla tıkanan fen-edebiyat fakültelerine istenen akış sağlanacaktır. Halbuki fen-edebiyat fakültelerinin kontenjanlarının düşürülerek, asıl görevlerinin üniversitelerdeki diğer fakülte öğrencilerine temel bilimler dersleri vermek ve alanlarında bilim insanı yetiştirmek olduğu hatırlanmalıdır. Öğrencilerine öğretmenlik sertifikası vererek yeni bir misyon edinmelerindense, asıl görevlerini yapmaları daha faydalı olacaktır.

Uzmanlık alanını daraltma
Ve son olarak gelen yazı ise eğitim fakültelerini sadece ilköğretim kademesine öğretmen yetiştiren kurumlara dönüştürme ve dolayısıyla uzmanlık ve çalışma alanlarını daraltma içerikli bir yazıydı. Yazıda ortaöğretim alan öğretmenlikleri (yabancı diller öğretmenliği, ortaöğretim fen ve matematik alanları öğretmenliği gibi) ile ilgili bir bilgi yoktu. Onlara ne olacaktı? Yukarıda bahsettiğim tüm yazılar düşünüldüğünde yap-bozun parçaları birleşiyor ve bu soru cevabını buluyor. Fen-edebiyat fakülteleri ortaöğretim alanına öğretmen de yetiştirecekti. Peki eğitim bilimleri bu yazıda neden yoktu? Onlarda büyük bir olasılıkla 1998 öncesindeki gibi genel eğitim dersleri vererek öğretmen yetiştireceklerdi. Genel eğitim dersleriyle, alan eğitimi dersi almadan öğretmen olunabilir mi? Yani bir yabancı dil bilen eğitim sosyolojisi alarak, bir fizik öğrencisi veya mezunu eğitim felsefesi alarak, 'nasıl yabancı dil öğretilir', 'nasıl fizik öğretilir'i tam olarak almadan yabancı dil veya fizik öğretmeni olabilir mi? Bilen öğretebilir mi? Ne öğreteceğini bilmekten öteye nasıl öğreteceğini bilmek gerekmiyor mu?


Şimdi ben bunların hepsini düşünüyorum ve bu kadar zamandan beri eğitim fakülteleri için harcanan emeğin hem de tam meyvelerini vermek üzereyken, neden fen-edebiyat, ilahiyat ve iletişim fakültelerinin öğrencilerini sertifika yoluyla öğretmen yapma diretkenliği ile yok sayıldığını, sil baştan bir öğretmen yetiştirme politikasının neden geliştirilmeye çalışıldığını anlayamıyorum. Eğitim fakültelerinin kalitesi eğitimin kalitesini belirler. Eğitim fakültelerine yapılan yatırım öğretmenliğe ve geniş anlamda eğitime yapılan yatırımdır. 1998 yılında, yani bundan sadece 12 yıl önce devlet eğitime yatırım yaptı, ve benim gibi yüzlerce kişiyi yurtdışında burslu okuttu. Ve ben şimdi düşünüyorum. Benim uzmanlığımla ne yapılacak? Bana yapılan yatırım nereye gidiyor? Eğitim fakültelerine ne yapılıyor? Eğitime ne yapılıyor?

Yrd. Doç. Dr. Mine Göl-Güven: Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi

Bu içerik alıntıdır.
Yazar: Aktifhaber
Kaynak: Aktifhaber