Sektörel bazda baktığımızda dünya klasmanına giren insan ve kurumlarımızın sayısı hiç de az değil. Turizmde, tekstilde oldukça iddialıyız. Ekonomik göstergelerimiz de hiç fena değil. Dünyanın en büyük ekonomilerinden birine sahibiz. Dolar milyarderlerimizin sayısı her geçen gün artıyor. Olimpiyatlarda derece alan sporcularımız, bireysel de olsa dünyada sesini duyuran sanatçılarımız var. Eksik olan, üniversitelerimizin bir türlü kendilerini gösterememeleri.

Aslında çok iyi üniversitelerimizin sayısı bir hayli fazla. Ama uluslararası kriterler söz konusu olduğunda bir türlü listelere giremiyorlar. Bu kesinlikle, yüksek standarda sahip üniversitelerimiz olmadığı anlamına gelmemeli.
Çinlilerin yaptığı dünyanın en iyi 500 üniversitesi listesinde, bizden hiçbir üniversitenin yer almadığını daha önce de dile getirmiştim. Eğer bu kafayla gidersek, yakın bir zamanda bu listeye girmemiz de maalesef söz konusu değil. Peki nerede yanlış yapıyoruz?

Çok kötüyüz de bu yüzden mi giremiyoruz? Sıralama kriterleri mi yanlış? Yoksa onların öncelikleri ile bizimkilerinki çok mu farklı? Galiba üçüncü seçenek öne çıkıyor. Evrensel üniversiteler ile bizim beklentilerimiz çok değişik. Onlarda bilimsel araştırmalar öne çıkarken, biz de eğitim-öğretim odaklı bir yükseköğrenim modeli hâkim.

Bir ara rahmetli Özal, gelin şu üniversiteleri gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ikiye ayıralım. Bilim üreteceklerle, meslek adamı yetiştirecekler birbirinden ayrılsın demişti. Ama arkasını getiremedi. Hatta isimleri bile bulunmuştu: Özgün üniversiteler. Önce 6 üniversite denildi. Sonra 8'e ve 10'a çıktı. Sonra da üniversiteler arasında ayrım olur diye hepten vazgeçildi. Oysa fikir iyiydi ama uygulaması mümkün olmadı. Almanya benzer sistemi şimdi uygulamaya koyuyor. Yani belirli üniversiteleri diğerlerinden ayırıp araştırma yapmaları için her türlü ortamı ve kaynağı sağlıyor.

ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ, Hacettepe ile yeni kurulan üniversiteleri aynı kanun ve aynı bütçeyle yönetmekten daha saçma bir şey olamaz. Ama oluyor. Üniversitelerimiz yoğun nüfus baskısı ve politik nedenlerle maalesef tek tip yükseköğretim kurumu haline geldiler. Bu yanlıştan bir an önce vazgeçip bazılarının üzerinden lisans eğitim yükünü tamamen kaldırmak gerekiyor. Tüm kaynaklarını ve dikkatlerini doktoraya ve araştırmaya yöneltsinler ki sonuç alsınlar. Dünyanın en iyi 500 üniversite sıralamasına girsinler. Sıralama yapılırken üniversitenin eğitim ve öğretim kadrosunun niteliği, uluslararası bilimsel yayınları, kendisine fazlaca atıfta bulunulan araştırmacı sayısı ve akademik başarısı gibi kriterlere bakılıyor. Örneğin Nobel Ödülü almamış bir üniversiteyseniz ilk 10, ilk 50'ye girme şansınız fazla yok. Türkiye'deki mevcut yükseköğretim mevzuatıyla bir yere varmak mümkün değil. Bu nedenle, YÖK yasasıyla ilgili düzenlemelerin yeniden gündeme geldiği şu günlerde bu durumun da göz önünde bulundurulmasında sonsuz yarar var.

Hükümet, AB ile uyum çerçevesinde bu yıl TÜBİTAK'a 400 trilyon lira ekstra bütçe sağladı. 2010 yılına kadar bu desteğin 16 milyar dolara çıkacağından söz ediliyor. Bizim için müthiş rakam da olsa Batılı ülkeler için öyle o kadar abartılı değil. ?imdi bu noktada çok stratejik kararların alınması gerekiyor. Bu milyar dolarlar eşit koşullarda paylaşılsın diye tüm üniversiteler mi dağıtılacak, yoksa bilimsel altyapısı gelişmeye uygun bazı üniversitelere mi?

?u ana kadarki gelişmeler paraların çarçur edileceği yönünde. Maliye ve DPT bile bu kaynağa göz dikmiş durumda. Normal bütçeleri bu kalemden saymanın peşindelermiş. Oysa bu kaynağın AR-GE'ye harcanması gerekiyor. AB'nin kararı, GSMH'nin en az yüzde 3'ünün AR-GE'ye ayrılması yönünde.

Özetin özeti: Nobel Ödülü olacak bilim adamlarımız da var, üniversitelerimiz de. Eksik olan, altyapı ve güçlü bir siyasi irade. Umarız, en kısa sürede bu ayıptan kurtuluruz...