Çanakkale Savaşı'nı doğru anlayabilmek için Mehmet Akif'in "Çanakkale Şehitlerine" şiirini; bu şiiri anlayabilmek için de bu şiirin nasıl yazıldığını bilmek gerekmektedir. İşte bu konuda şairi ve dönemi çok iyi tanıyanlardan biri olan Eşref Kuşcubaşı'nın şu mektubu bize önemli ipuçları vermektedir. Mektup özetle şöyle:

Birinci Dünya Savaşı'nın felaket dolu günlerindeydik. Çanakkale muharebeleri bütün şiddetiyle devam ediyordu. Harbiye Nazırı Enver Paşa bana bir telgraf çekmiş, birliği alıp Cidde'ye götürmemi emretmişti. En kısa zamanda hazırlığımızı tamamladık ve yola çıktık. O zamanlar motorlu vasıtalar yoktu. Ağırlıklarımızı atlara, develere yüklerdik. Birliğimde (er, erbaş, zabit...) hepsi 126 kişi idi. Rahmetli Mehmet Akif de bizimle beraberdi. O da Cidde'ye gidecek, oradan da mukaddes topraklara (Medine-i Münevvere'ye) giderek Resulullah'ın (sav) kabrine yüz sürecektik.

Cidde'ye gidebilmek için çok uzun ve tehlikeli bir çölden geçmek gerekiyordu. Günlerce gittik. Elimde pusula olduğu halde yolumuzu kaybettik.(...) Bu uçsuz bucaksız çöl ortasında bize kim yardım edebilirdi? Arkadaşların maneviyatı sıfıra düşmüştü. İçimizde ölenler, çıldıranlar oldu. (...) Ne yapacağımızı şaşırmıştık. İçimizde şaşırmayan, yılmayan, sarsılmayan yalnız Mehmet Akif'ti. Sağa sola koşuyor, hastalarla ilgileniyor, çıldıranları develerin sırtına bağlıyor, ölenlerin cesetlerini atlara yüklüyor, hep ayetler, hadisler okuyarak bize güç ve ümit vermeye çalışıyordu.

(...) Epeyce gittik. Ertesi gün öğlene doğru ufukta Cicide göründü. Akif, ellerini göklere açtı. Gözyaşları içinde bir şükür duası okudu. Arabistan çölleri, Anadolu çocuklarının "Aaamiiin!" sesleriyle inliyordu.                                      

Cidde'ye gelir gelmez, İstanbul'a, Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya bir telgraf çektim: "Şu kadar zaiyatla Cidde'ye vasıl olduk" dedim. Bir gün sonra cevap geldi. Enver Paşa, telgrafında şöyle diyordu:                                                      

"Ben de size bir müjde vereyim: Çanakkale Harbi zaferle bitti. Düşman mahv-ü perişan oldu ve geldiği gibi gitti."   

Ben bu haberi arkadaşlara söyler söylemez, o büyük Akif secde-i Rahman'a kapandı. Dakikalarca sarsıla sarsıla ağladı. Kalktığı zaman mübarek sakalına çamurlar bulaşmıştı. Gözyaşlarıyla ıslattığı kumlardan, topraklardan oluşan acayip çöl çamurları...

Bir kalem, kâğıt istedi. Verdik, göz yaşlan içinde bir şeyler yazdı. Sanki yüreğindeki ateş, gözlerinden yaş olarak boşalıyordu ve o da kalemine mürekkep oluyordu. Kalem yazmıyor, âdeta kâğıtlar üzerinde raksediyordu. Beş dakika geçmemişti ki, kalemi, kâğıdı bıraktı, tekrar secdelere kapandı. Ağlıyordu, ağlıyordu, yüksek sesle şükürler ediyordu. Her "şükür" deyişinde sanki Arabistan çölleri inliyordu.     

Bana döndü:                                                              

-"Kalemim, Mehmetçiğin kanını ve kahramanlığını vazetmekten acizdir. Buna rağmen bir şeyler yazdım. Lütfen şunu okuyun. Eğer Mehmetçiğe bir nebze olsun lâyık değilse yırtıp atalım", dedi.

Aldım, okudum. Bu bir şiirdi. Hayır hayır... Şiir değil, vatan için akıtılan kanların mukaddes bir şelalesiydi. Adını biz koyduk: Çanakkale Destanı...