Hüseyin'i babası küçük yaşta evlendirmiş ti. Henüz daha 3 yıllık evliyken, seferberlik ilan edildi. Cepheye çağrılıyordu. Hazırlıklar tamamlandı, ilçede biriken neferlerle beraber birliğine katılmak üzere yola koyuldu. Arkasında birisi 2 yaşında Bekir'ini ve 18 günlük Zeliha'sını bırakırken, onları son defa kucaklamış;

- "Dönerim yavrularım, beni bekleyin!" diyerek, en sevdiklerinden ayrılmıştı. Dönüp, birkaç kez arkasına baktı. Fakat, düşman, vatan topraklarını işgal etmek, namusunu teslim almak istiyordu. Hepsini geride bırakmak zorundaydı.

Trenle Balıkesir'e, oradan da İstanbul'a ulaştılar. 3. Kolordu, 7.Tümen, 21. Alay'la Çanakkale cephesine hareket ettiler. Domuzdere'si mevkiinden, Fransızlarca karşı taarruza geçtiler. Günlerce süren kanlı çarpışmalar neticesinde çok sayıda kayıplar verdiler.

Hüseyin, kendinden istenen bütün emirleri eksiksiz yerine getiriyordu. Alay Komutanı Yb. Halil, bir gece düşman siper hatlarından bilgi alınması için Fethiyeli Naim Onbaşı ile Hüseyin'i görevlendirmişti. İki kahraman nefer, gece yarısından sonra arkadaşlarının hayır dualarını alarak düşman siperlerine, seslerini duyabilecek kadar yaklaştılar. Naim Onbaşı, yanında bulundurduğu el bombasını düşman siperine atmak üzere hazırlanmıştı ki; Hüseyin devreye girerek;

- "Biz bunun için buraya gelmedik. Sadece bize verilen görevi yerine getirelim. Yoksa geriye bir haber götüremeden bizi öldürürler." diyerek onbaşının bombayı atmasını engellemiş, komutanına gerekli bilgilerin ulaşmasına vesile olmuştu. Tam bu sırada, düşman bir şeyler sezinlemiş olacak ki, havaya bir aydınlatma fişeği fırlatıldı. Her taraf, gündüz gibi oluverdi. Onları gördüler, üzerlerine makinalı tüfeklerle ateş açtılar. 50-60 metre kadar geride bulunan siperlerine üç adımda ulaştılar. Komutan Yb. Halil, kendisine ulaşan bilgilerden dolayı son derece memnun olurken, Hüseyin'in emre göstermiş olduğu sadakatinden dolayı, ismi bundan sonra Sadakat Hüseyin olarak anılmaya başladı.

Sadakat Hüseyin, ileriki günlerde, kanlı boğuşmaların devam ettiği çarpışmalar neticesinde, ayağından yaralandı, İngilizlerin eline esir düştü. Mısır'da ve İngiltere'de 10 yıllık bir esaret hayatından sonra memleketine dönebildi, o aksak bacağı ile yayan, tam 5 ayda evine ulaşabildi. Nisan ayında başlayan yolculuğu, Eylülün başlarında sona erdi. Yolda rast geldiği tarla sahiplerine çapa sallayarak, orak biçerek, sadece karın tokluğu karşılığında yardım ederek, ayakta kalmasını bildi. Tam 11 yıl sonra evinin kapışma geldiği vakit; kapının önünde iki delikanlı gencin olduğunu gördü. Birisi erkek, diğeri kız... (bunlar benim çocuklarım olabilir mi?) diye aklından geçirdi. Erkek olanı biraz kabaca gibi olmalıydı. Evet, görüldüğü gibi öyleydi. Onları bir müddet süzdü. Aksayan bacağı ile yanlarına yaklaştı... Önce kabaca duran erkek çocuğuna dönerek;

- "Senin adın ne?.." diye sordu.

- "Bekir," dedi. Kıza döndü;

- "Ya senin?.."

- "Benim de Zeliha, amca... cevabını aldı.

Evet, bunlar, kendi çocuklarıydı. Bu arada, evin camından olanı biteni seyreden evin hanımı da, yabancı adamdan ürkmüş olacak ki, perdeyi çekiverdi. Sadakat Hüseyin, onlara babaları olduğunu nasıl söyleyecek ti?

- "Yavrum, sizin babanız yok mu?" diye sordu.

- "Bizim babamız, Çanakkale'ye savaşa gitmiş, dönmemiş, orada kalmış... biz yetim kalmışız amca..." dediler.   Sadakat Hüseyin, bu sözler karşısında için için ağlıyor, gözyaşları yanağından süzülüyordu.

-  "Yavrum, sizin babanızın ismi Hüseyin değil miymiş?.." diye, onlara sordu.

Çocuklar;

- "Evet, Hüseyin'miş... hem, onu sen nerden tanıyorsun amca?., sen kimsin?., dediler.

Sadakat Hüseyin, onlara kim olduğunu söylemenin sırasının geldiğini düşünerek;

-  "Babanız Hüseyin tam 11 yıl önce, (kapının eşiğini göstererek) işte bu kapının eşiğinden çıktı... çıkarken; arkasında iki tane böyle güzel yavrularını bıraktı...gitti, Çanakkale'de düşmana karşı savaştı...savaşırken de bu ayağını kaybetti... esir düştü İngiliz'lerin eline, çok acılar çekti babanız, çok zulümler gördü, şimdi geldi, çıktığı kapının önünde, çocuklarının karşısında duruyor... ben sizin babanızım yavrularım..." deyiverdi. Bunu söylerken onlara sarılamamıştı.

Çocuklar koşarak eve girdiler;

- "Anne, dışarıda topal bir adam var. Ben sizin babanızım, diyor. Kim bu insan? dediler. Anneleri yavaşçacık kapattığı perdeyi araladı. Dışarıda dikilen adamı süzdü, süzdü... bir müddet sonra;

- "Evet yavrum o babanız, tanıdım, onu içeriye çağırın!.."dedi. Yüzünü elleriyle kapatmış, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

1 yıl savaş ve ardından 10 yıl esaret hayatı...bütün sevdikleri hayallerde...hasret kaldıklarının kokuları, "babacığım" sesinin tatlı güzelliği, unutulmaya yüz tutan tebessümlü simaları, hep hatırlanmaya çalışılmış...

Bütün bu sevdiklerini; vatan, bayrak, namus gibi şeref ve haysiyet duygularını üstün tutarak, terk eden o kahraman ecdadımıza vefalı olduğumuzu ne zaman göstereceğiz? Onlara gönlümüzde ne kadar yer verdik?

Siz hiç bu acıları yaşadınız mı?..yetim bırakan oldu mu sizi?..biz bu acıları yaşamadık, yetim de bira kan olmadı bizi...onun için onları anlamakta, emanetlere sahip çıkmada zorlanıyoruz biz...Allah, bu millete bu acılı günleri tekrar yaşatmasın. İşte bu acılı günlerin tekrar yaşanmaması için, bütün bir millet olarak kendimizi muhasebeye çekmeli, Önümüze konulan ve yapmakla mesul olduğumuz o vazifelerimizi yapmalıyız.

Sana geçmişim unutturmak... sevdiğin değerleri kötü göstermek...düşmanın oyunudur. Eğer biz, bunun düşmanın bir oyunu olduğunu sezinleyemezsek, birlik ve bütünlüğümüzü bozarsak; düşman o zaman, kafalarımızı kollarının arasına alır, "sen şöyle bak! Sen de şöyle bak! sen sucusun, sen de bucusun" derler, bizleri kamplara bölerler, istedikleri gibi yönetirler.

Onun için Türk insanı geçmişine vefalı olmalı, geçmişinden dersler çıkarmalı ve geleceğe ümitle bakmalıdır. Üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yapmalıdır.