Paul Kennedy, 'Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü' isimli ünlü kitabının ilk sayfalarında Osmanlı İmparatorluğu'nun bir analizini yapıyor. Bu analizden anladıklarımı paylaşarak Türkiye'ye, işletmeler ve kişisel gelişim alanına bir köprü kuracağım.

Paul Kennedy'ye göre Osmanlı İmparatorluğu'nda Kanuni Sultan Süleyman'dan sonra Atatürk'e kadar, gerçekten liderlik özelliği olan, ülkeyi büyüten ve ülkeye hamle yaptıran bir lider olmadı. Bu iddia, bir ülkenin gelişmesinde liderlerin çok etkili olduğu varsayımını içeriyor. Yine Paul Kennedy'nin analizlerine göre, Kanuni'den sonra Osmanlı İmparatorluğu'nda Avrupa ile yarışacak silahlar ve gemiler geliştirmek için hummalı bir yarış da olmadı. Osmanlı, büyük bir imparatorluk olmanın verdiği lüksle, kendi içine kapandı ve çeşitli alanlarda dünya ile girdiği yarışı bıraktı. Yarışı bırakmasının sonucu olarak da kendiliğinden kaybetmiş oldu.

Türkiye, Cumhuriyet ile birlikte bu yarışa yeniden katıldı ve yarışta kendine bir yer bulmaya çalışıyor. Bununla birlikte kendi içindeki kavgaları ve çatışmaları yarışta ilerlemesine imkân vermiyor. Cuma günü Londra'ya geldiğimde, havalimanında pasaport kuyruğunda beklerken İngiltere'ye dil öğrenmeye gelen iki gençle sohbet ediyordum. Gençler havalimanındaki kalabalığa rağmen sessizliğe hayret etti. Kuyruktaki değişik Türkleri göstererek dedim ki: "Bakın, laiki muhafazakârı, sağcısı solcusu ve her çeşit Türk bu kuyrukta süt dökmüş kuzu gibi bekliyor. Güçlü bir ülke olamazsanız, böyle beklersiniz kuyruklarda. Amerikalılar ellerini kollarını sallayarak girerler Avrupa ülkelerine. Biz ise kuyruklarda süt dökmüş kuzu gibi bekleriz, hemen her Avrupa ülkesine girerken. Kendi içimizdeki çatışmaların nasıl bir katkısı varsa dünya yarışında ülkemize..."

Bir atlet düşünün, yarışta koşarken bir ayağı diğer ayağına çelme takıyor. Böyle bir şey olabilir mi? Bu kadar anormal, bu kadar şaşkınlık verici bir davranış olabilir mi? Türkiye'de durumumuz bu.

Paul Kennedy'nin 16. yüzyıldan sonrasıyla ilgili yaptığı analizlerde kullandığı örneklerden biri de Çin. 15. yüzyıl öncesinin lider imparatorluğu olan bu ülke ile Osmanlı İmparatorluğu'nun gidişatı, içe dönme ve kapanma açısından benzer. İçimize döndükçe bağlantılarımız azalıyor. Bir ülkenin dış ülkelerle askerî, siyasi, ticari ve kültürel bağlantılarının çokluğu o ülkenin genel yapısını geliştiriyor. Bağlantılar, bir vücudun damar sistemi gibi. Damarlarımız kanı, koruyucu hücreleri, besin hücrelerini ve kasları çalıştıracak yakıtı taşıyor. Eğer damarlarımızın bir kısmı kapanırsa ya da kan dolaşımımızda bir zayıflama olursa kötüleşiyoruz ve hatta organlarımızı kaybediyoruz. Türkiye'nin de daha sağlıklı bir bünyeye sahip olması, dış dünya ile her alanda daha gelişkin ilişkiler kurmasına bağlı. Bu ilişkiler üstünden hareket edecek kapital, bilgi, kültür, sanat ve mallar ülkeyi ileri taşıyacak. Şirketler için de durum farklı değil. Ülke krize girince sadece içeride iş yapan şirketler de krize giriyor. 10 ülkede faaliyet gösteren şirketlere kriz gelmiyor.

İş arayan veya işini değiştirmek isteyen insanların durumu da, Osmanlı'nın 15. yüzyıl sonrasındaki haline benziyor. Bütün yeteneklerine, bilgilerine ve sertifikalarına rağmen içlerine dönükler. Kimseyle ilişkileri yok ya da yok denecek kadar az. Ayrıca girmek istedikleri işler yine tek bir uca bağlanıyor. Yani o bağlantıyı sağlasalar da, o bağlantı kapanırsa/kesilirse işsiz kalacaklar. Dolayısıyla Türkiye'nin, şirketlerin ve bireylerin kaderi birbirine benziyor. Ucu açık ağlara bağlandıkça gelişiyor; kendi dünyamıza kapanıp çekiştikçe kaybediyoruz.