Annemiz yurdumuzdur. Asli doğamızın kaynağıdır. Ona geleneksel sözlükte ‘ayn’ denir. Ayn, göze, kaynak, pınar anlamındadır. Biz O’ndan geldik ve annelerimizden doğduk. Şefkat bir kristaldir ki, annelerin yüreğindeki merhameti koruma isteğinin nurunu bütün varlığa, var oluşa bir eleğimsağma gibi dağıtır, yayar, gönülleri ışıtır. Bu ışıltıya anne denir...

İnsanın gerçekten de ‘ilk ve en tesirli muallimi’ annesidir. Bir bakıma kişiliğimiz annemizin rahmine düştüğümüzden itibaren, onun toprağı abdestsiz çiğnememesi, yiyip içtiklerinin arılığı, kıldığı gece namazları, bizi emzirirken ve uyuturken okuduğu Yunus ilahileri, gurbete çıkarken ardımızdan yaptığı dualar, hasretimizle döktüğü gözyaşlarıdır. Şair, ‘bir insanı çöz çöz çocuk olsun’ der. Bu bağların en temiz olanını annemizle kurarız. Şefkat, karşılıksız sevgidir. Bunun manevi yetkinlik düzeyleri arasındaki karşılığı ‘şevk’tir. Şevk makamı için bir metafor kullanmak gerekirse şöyle denilebilir:

‘Muhabbet, kuşun uçabildiğince uçmasıdır. Aşk, kanadı kırılırcasına uçmasıdır. Şevk ise, kanadı kırıldıktan sonra da uçmayı denemesidir.’ Kanadı kırılan kuş bilir ki, menzile ulaşmak kendinden değildir. Bu sırrın duygular âlemindeki temsilcisi şefkat’tir. Annenin (kadının) kahramanlığı şefkatindendir. İnsanlığın en onurlu anı, Efendimiz’in (sas) ana rahmine düştüğü andır. Bir kutsi rivayette şöyle denir: ‘Henüz varlık âlemi yok iken, Allah, kendi nurundan bir parça ayırdı. Ona, ‘Kün ya Muhammed’ dedi. Nur suretinde bir insan oldu. Ve ilk olarak, ‘La ilahe illallah’ dedi. Bunun üzerine Allah, ‘Muhammedun Resulullah’ buyurdu.’

Doktor istemem, annem gelsin...

Var oluş macerası böyle başladı. Muhammed, muhabbetten doğdu. Muhabbet de Muhammed’siz olmaz. Bir bakıma bütün annelerin şefkati, Allah’ın Rahim adının bir damlasının insanlık âlemine düşünce çıkardığı kıvılcımdır, ateştir. Efendimiz’in karıldığı muhabbet de, annelerin merhametini besler ki, yağmur gibi, o, haklının da haksızın da üzerine eşit yağar. Efendimiz yetimdi. Dedesi ölünce amcası Ebu Talib’in evinde büyüdü. Fakat o evde bir kadın vardı ki, varlığın yaratılış sebebi olan Muhammed’in güzelim saçlarını tarardı, giysilerini yıkardı, karnını doyururdu, uyurken ona ninniler söylerdi. Bu yüksek sırra saygısındandır ki Efendimiz, ‘gözbebeğim’ dediği kızına onun adını verdi: Fatıma. Fatıma binti Sevde içeri girdiğinde Kâinatın Gözbebeği ayağa kalkardı. Bu saygı, şefkatin billurlaşmasıdır. Şefkat bir kristaldir ki, annelerin yüreğindeki merhameti koruma isteğinin nurunu bütün varlığa, var oluşa bir eleğimsağma gibi dağıtır, yayar, gönülleri ışıtır. Bu ışıltıya anne denir. Anne rahimdir, rahmettir, ümm’dür, varlığın kalbindeki ışıktan başkasına karşı kapalı olmaktır. Ümmiyyun okur yazar olmamak değildir, İlahi Hakikat’e açık ve hazır hale gelmek için kendini unutmak, kişisel algısını, benliğini terk etmektir. Kendini terk etmeden O gelmez. Anne, O’nun rahmetinin sesidir. Bu yüzden altın şair Sezai Karakoç, ‘doktor istemem annem gelsin/yataklar denize atılsın/çocuklar çember çevirsin/ölürken böyle istiyorum’ der.

Anne, bizi ‘büyüyüp de çocuk kalmanın’ tehlikelerinden uzak tutan bir paratonerdir. Anneler ve Çocuklar, Babalar ve Oğullar’ın belalarından uzak bir iklimin özgür melekleridir. Kadın anne olmaksızın kemale eremez. Doğurmak, Allah’ın anneye verdiği ‘rahm’in, Rahman niteliğiyle taçlanması, erginliğin çiçeklenmesidir. Arapçada büluğ, belağa kökünden gelir, ‘başa, asla dönmek, meyve vermek’ anlamına gelir. Meyve nasıl ki ağacın amacıdır ve içindeki çekirdekle bizatihi kendisini de taşırsa, insan da büluğla birlikte ‘cem’ sürecini tamamlamış, başa dönmüş, aslına ermiş demektir. Bu yüzden inisiyatik gelenekte insan ömrü büluğdan önce ve büluğdan sonra diye iki ayrı süreçle tanımlanır. Modern uygarlığın çocukluk, gençlik tanımları bu sırdan habersizdir. İnsan aslına dönünce anne olur. Anne, insanın ‘cem’ halini idrak edişidir. Erkekte çift cinsiyetin de hormonları bulunması anlamsız değildir. İbn Arabi’ye göre, Allah Adem’i yaratmış ve ona iştiyak duymuştur. Sonra onun kaburga kemiğinden kadını yaratmış ve ona da iştiyak duymuştur. Ve ikisi arasında da iştiyak yaratmıştır. Adem’in boşalan kaburga kemiğinin yerine ‘arzu’yu yerleştirmiştir. Bu sırdandır ki, erkek kadını kendi parçası, kadın erkeği kendi yurdu gibi sever.

Annemiz yurdumuzdur. Asli doğamızın kaynağıdır. Ona geleneksel sözlükte ‘ayn’ denir. Ayn, göze, kaynak, pınar anlamındadır. Biz O’ndan geldik ve annelerimizden doğduk. O’nunla anne arasında dolaysız bir ilişki, pür bir münasebet vardır. O’nun nitelikleri annelerin kalbinde parlar. Bu gizden olsa gerek, Karakoç, ‘anne öldü mü çocuk/bahçenin en yalnız köşesinde/elinde siyah bir çubuk/ağzında küçük bir leke’ der ve şöyle sürdürür: ‘çocuk öldü mü güneş/simsiyah görünür gözüne/elinde bir ip nereye/bilmez bağlayacağını anne’ Ve kalbimizin en gizli hatıralarına dokunarak, bizi en rikkatli yamaçlara savurarak şöyle bitirir: ‘kaçar herkesten/durmaz bir yerde/anne ölünce çocuk/çocuk ölünce anne’

Gün annelerin günü...

Bugün her zamankinden daha çok ve acımasız biçimde ölüyor anneler ve çocuklar. Barbarlar her zamankinden daha vahşi bir biçimde ayırıyor anneleri çocuklarından çocukları annelerinden.

Annelerin ayağının altında olduğu söylenen cenneti yeryüzünde gerçekleştirmek için çırpınan bir avuç erdemli ve onurlu insanlar adına Sezai Karakoç şöyle yükseltir sesini: ‘hep çocuk kalacak o/elinde ekmek gülen çocuk/bu çocuğun ilerisi yok/bu çocuk ne iyi ne neşeli/bir işi yapmak için geldi/bütün çocukların bir anı onda/o anı yakalamak için/anneler anne olurlar.’

Ve ‘elleri balkonların demirinde’ hep sizin gurbetten gelişinizi gözlerler. Onlarınki bütünün parçasına kavuşma isteğidir. Onlar bizim kendilerinde tamlığa ermemizi isterler. Balkon’un, ‘ölümün en cesur körfezi’ oluşu, kimbilir belki de annelerin demirlerine ellerini dayayıp yolumuzu gözlemelerindendir. Onlar bizim cennetimizdir, asli yurdumuzdur. Toprağımız, vatanımız, gülşenimiz, acılarımız ve anılarımızdır.

Bizim soyutlama yeteneğimiz, dünyanın belalarına karşı direncimiz annemizden gelir. Bize bu gücü annelerimiz verir. İhtiyar yerkürenin annelerin yüreğindeki sonsuz şefkat ve merhamete her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Zulüm ve kanla kirlenen, yaralı bir coğrafyanın çocukları olarak kin ve nefrete değil, adalet ve merhamete ihtiyacımız var. Artık gün annelerin günüdür. Anneler günü değildir. Günümüz, günışığımız, gözaydınlığımız annelerimizin itikadındadır. Son vakitte yaşlı kadınların dinlerine sarılın buyrulmuştur. Onlar, bizim inanç toprağımızdır, ahlakımız, estetiğimiz, vicdanımızdır. Bizim gökle temasımız, annemize olan itaatimizde, onun kalbindeki hoşnutluktadır.