"Mutluyum" diyen kaç kişi vardır şu dünyada? Zenginim diyebilecek çok kişi olmasına rağmen "mutluyum" diyebilecek insan sayısı ne kadar azdır. "Zengin olanın derdi de çok olur" gibi sözler dolaşır halk arasında... Yoksul insanlarsa mutsuzluklarını yoksulluklarına bağlarlar çoğu zaman...

Yoksul olan da mutlu değil, zengin olan da... Hatta daha ilginç olanı ortalama gelire sahip aileler de mutlu görünmüyorlar... Üniversite sınavına hazırlananlar da, üniversiteyi bitirenler de... Kirada yaşayanlar, ev sahibi olamamaktan yakınırlar. Ev sahibi olanlar da evdeki eksiklerden, vergilerden ya da komşulardan. Herkesin şikâyeti farklı olsa da, ortak noktaları şikâyetlerinin olmasıdır. Bebekliğimizden aklımıza kazınmış, hatta içgüdülerimizle bütünleşmiş bir sahip olma güdüsü içindeyiz. Yaşama da önemli ölçüde sahip olamadıklarımıza sahip olma süreci gibi bakıyoruz.

Belki de insanın sahip olma yoluyla mutluluğu yakalama konusundaki en temel sorununu şöyle tarif edebiliriz:

"Sahip olduklarımızın en ilerisinde, sahip olmadıklarımızın da en gerisindeyiz." Yüzümüz de sahip olmadıklarımıza dönük. Liseyi yeni bitiren birisi, bitirdiği liseye değil de, girmeye çalıştığı üniversiteye bakar. Bir doçent, doçentlik derecesine değil de, profesörlük unvanını nasıl alacağına bakar. Arabası olan biri, arabasına değil de nasıl ev sahibi olacağına bakar. Evi olan biriyse evine değil de, nasıl yazlık sahibi olacağına bakar. Bu modeli kavradığımız zaman, insanların bu model içerisinde mutlu olamayacaklarını söyleyebiliriz. Sahip olma modeliyle mutluluk imkansızdır.

Klasik sahip olma modelini, daha önce belirttiğim gibi bebeklikten benimsetiliriz. "Senin odan, senin oyuncağın, senin kitabın..." Herhangi bir objeye sahipliği vurgulayan konuşmalar bebeklikten çocukluğa adım atanların "sahiplik" kavramının yaşamın temel kavramı olduğunu düşünmeye iter. İlk çatışmalar da böyle başlar. Apartman komşusu iki çocuk, ilk kavgaya "sen beni'm' topu'm'u aldın" "sen de beni'm' uçağı'm'ı..." diye başlar. Daha sonra da spor ayakkabıya, oyun bilgisayarına, defterlere, kalemlere diye sahip olma mücadelesi devam eder.

Aslında sahip olma fikri, bir ölçüde gelişmeye de yol açar... Çünkü sahip olunanlar korunur. Örneğin odanıza sahipseniz, mandalinanın ya da çekirdeklerin kabuklarını odanıza atmazsınız. Ama sokağa sahip değilseniz, çekirdeklerin kabuklarını atmada herhangi bir çekince yoktur. Zengin insanlar, sahip olduklarını korumak için evlerini duvarlarla çevirirler; girişlerine korumalar koyarlar. Türkiye'deki modern iş gökdelenlerini dünyadaki örneklerinden ayırmak mümkün değildir. Ama iş gökdeleninin ya da çok modern bir fabrikanın kapısına kadar giden yol engebeli bir köy yolu gibidir (Bkz. İstanbul'daki gökdelenler). Niçin yollar geliştirilmez? Çünkü iş gökdelenine sahip olan kişi yola sahip değildir. Gökdeleni korur; ama "sahip olmadığı" yola yatırım yapmaz.

Birincisi çocuklarımıza sadece küçük bir odanın ya da oyuncağın değil, tüm evrenin sahibi olduklarını anlatabiliriz. Bir çocuk evrene sahipse, oyuncağın biri arkadaşının evinde kalabilir. Çünkü arkadaşı da evrenin içindedir. Evrene sahip olduğunu düşünen insanlar, sadece kendi odalarını, iş kulelerini ya da fabrikalarını değil, tüm dünyayı korumaya çalışırlar. Çevreyi de korur; insanları da ekolojik sistemi, evrenin sistemine bozacak bir şey yapmazlar. Tüm evrenin sahibi olduklarından üniversite kazanılmış kazanılmamış, yazlık alınmış alınmamış önemli değildir.