Kimi bu adımı korkarak atar, kimi heyecanla, kimi içinse bu maraton çok önceden anaokulunda başlamıştır.

Ümit Meriç'in ikinci doğum dediği, okulda ilk gün, bakın ünlü simalar için nasıl geçmiş? Samimi itiraflarda bulunanlar oldu: "Korkudan titriyordum, öğrenci olmanın gururunu yaşıyordum, öğretmenime ismiyle hitap ediyordum."

Ağabeyim sağolsun

Prof. Dr. Naci Bostancı (Ak Parti Milletvekili):


Ben okula Amasya'da Hürriyet ilkokulunda başladım. Ağabeyim vardı ve bir yıl önce o gitmişti. Okulu muazzam farklı bir yer gibi düşünüyordum. Rahmetli babam sofra başında ağabeyimi çalıştırırdı. Arada da geleneksel eğitim yöntemlerinden tokadı kullanırdı. Ben de dinlerdim, babam ağabeyime ders anlatırken. Okula gittiğimde gördüm ki birçok şeyi öğrenmişim üstelik tokat yemeden. İlk gün çocuklar oyuncaklarıyla gelmişti. Herkesin oyuncakları sırasının üzerindeydi. Benim oyuncağım yoktu. Babam postacıydı ve üç kardeştik elimize oyuncak düşmüyordu. Plastikten bir keman hatırlıyorum, kırık, elleri kırık bir bebek vardı, kağnı vardı... Türkiye'nin 1960lı yıllarının resmine uygun oyuncaklar olarak bakmak lazım bu mazaraya. Oyuncakların varlığı geçmişteki alışılageldikleri güven duygularıyla hayatlarının devam ettiği gibi bir algı yaratıyor olmalı. Öğrencilerin gözünde okul da bir oyunun parçasıydı. Fazladan bir de okuma yazma öğreniyorsun. Biraz da disiplin.

İlk derste teneffüs kelimesini öğrendim

Hüseyin Hatemi:
Biz ders başladıktan sonra sınıfa girmiştik. Yanımızda annesinden zor ayrılan, sonradan en yakın arkadaşımız olan Altay Erdoğan vardı. Altay, annesi bıraktığı andan itibaren ciyak ciyak bağırıp, salya sümük ağlayarak kapıya hücum ediyordu. Öğretmen kapıda yakalıyordu ve getirip yerine oturtuyordu. Ama 5 dakikada bir birdenbire ağlayıp kapıya koşuyordu. Öğretmen yine tutup oturtuyordu. Biz Altay'a hayretle ve yan yan bakarken, biraz önce o kadar ağlayan çocuk, dersin bitmesine 5 dakika kala, o zamana kadar hiç kullanmadığım ve ilk defa karşılaştığım bir kelimeyi kullandı; dişleri meydanda gülümseyerek; "Teneffüse birlikte çıkarız olur mu?" Ben hem o ağlayan çocuğun birden değişen haline şaşırdım hem de ilk kez duyduğum teneffüs kelimesine.

Biraderim de bilmez, ilk gün korkudan titriyordum

Hüsrev Hatemi:
Biz okula ders başladıktan sonra götürülmüştük. İkimiz de çok heyecanlıydık ve öğretmenin gösterdiği sıraya oturduk. Korkudan titrediğimi hatırlıyorum. Soğukta kalmış gibi titriyordum. Ne yapacağımı bilmediğim için. Hatta ilk teneffüste bile titriyordum. Biraderimle o günü sonradan konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Ona sormadım; "Sen de titredim mi?" diye. Zaten zaaflarımızı birbirimize söylemezdik, alay ederdik diye korkar söylemezdik. Sonra okulu sevmeye başladık. Sevme üçüncü günü başladı. O zamana kadar yalnız birbirimizle arkadaştık ve evimizin 10 metrekarelik bahçesinden ibaretti oyun sahamız. Okulda başka arkadaşlarımız olmuştu ve bu yüzde okulu sevmeye başlamıştık.

Öğretmenime adıyla seslendim

Gürsel Tekin (CHP Milletvekili):


İlkokul fotoğrafım yok çünkü hayatımda ilk fotoğrafımı ortaokula kaydolurken çektirmiştim. Ardahan'ın Göle ilçesinin Kırzıyan köyünde doğdum ve büyüdüm. Yılın 8 ayı kar yüzünden yolları kapalıdır. Böyle bir köyde okula başladım ve enteresan bir başlangıçtı benimki. Çünkü öğretmenim eniştemdi. Hatta ilk zamanlar herkes "öğretmenim" derken ben adını söylerdim. Evde herkesin dediği gibi Bahattin diye seslenirdim. Ama sonra fark ettim ki o benim öğretmenim ve burası ev değil. Herkes gibi öğretmenim demeye başladım. Unutamadığım ve hâlâ anlam veremediğim bir şey yaşamıştım okulun ilk gününde, bize süt tozundan yapılmış ve kaynatılmış süt dağıtmışlardı. Biz mandıracılık yapıyoruz ve evde neredeyse sudan çok süt var. Böyleyken niye okulda süt dağıtıyorlardı şaşırmıştım. Hem bu yüzden şaşırmıştım hem de süt tozu diye bir şey olduğuna şaşırmıştım. O süt tozuna ve neden dağıtıldığına hâlâ bir anlam verebilmiş değilim.

Öğrenci olma gururu yaşıyordum

Oktay Vural (MHP Milletvekili):
İlkokula 1963 yılında Diyarbakır'da başladım. Ama önce ana sınıfına gittim. Siyah önlüğümü ve beyaz yakalığımı gururla giymiştim. Okulun ilk günü heyecanla birlikte gururlanmıştım. Öğrenci olmanın gururuydu bu. O zamanlar öğrenci olmak bile güzeldi. Ben yerinde duramayan bir öğrenciydim. Bizim dönemimiz, okula kapalı insan tipinin yetiştirildiği bir dönemde değildi. Öğrencilik yıllarım çok güzel geçti diyebilirim.Öğretmenimin yaramazlıklarım yüzünden kulak mememi tutarak ikazda bulunmasını unutamıyorum. Soruyorlar ya hiç dayak yediniz mi? Cevabım; o dönem için yemeyen var mı?

Kuru köfteleri hatırlıyorum

Mehmet Altan:
Ankara'dan İstanbul'a göç edişimiz ile benim ilkokula başlayışım aynı yıla rastladı. Yıl 1959'du.İl güne dair aklımda siluetler var... Örneğin İnci Hanım'ı zarif, zayıf ve otoriter olarak anımsıyorum. İlkokul ile ilgili belleğimdeki en kalıcı anı ise aşçının yaptığı kuru köfteler. Köftelerinin onca övgüsünü yapınca bir mutfak dehası olan rahmetli annemin aşçıya bunun tarifini sorduğu da bir efsane olarak okulun ilk yıllarına ait bir anımdır. Şimdi çok uzaklarda kalan ilkokul yıllarını anımsamaya çalışınca o meşhur mısra da anında sökün ediveriyor: "Bir hakikat var mı derken bir hayale döneriz".

Oturduğum sırada ayaklarımı sallıyordum

Erhan Güleryüz:
İlk gün çok heyecanlı ve çok mutluydum çünkü bir yıl evvelinde abim Sinan okula başladıktan sonra benim tek hayalim onun gibi okul önlüğü giyip okumayı öğrenmekti. Bir yıl boyunca abimin peşinden okula kaçtım, tabii ki okul bahçesinde öğretmenler beni eve kovalıyorlardı. Benim bu okul inadım 5 yaşında misafir öğrenci olarak okula başlamama neden oldu. İlk güne dair, öğretmenimiz Ülkü Eryılmaz'ın sevgi dolu bakışlarını unutamıyorum. Kendimi çok mutlu hissediyordum çünkü okuma yazmayı abimden dolayı zaten çözmüştüm. İlk günle ilgili unutamadığım bir şey de, o küçük okul sıralarında ayaklarımı sallayarak ders dinlememdi çünkü ayaklarım yere değemiyordu.

Annesinin etekleri arkasına saklanan kız çocuğu

Ümit Meriç:
Beş buçuk yaşındaydım. Üsküdar Fethi Paşa Korusu'nun pembe elma, beyaz ayva çiçekli ilkbaharından; kırmızı elmalı, sarı ayvalı son baharına geçerken, annem abimle benim ellerimizden tutuyor ve önce Beşiktaş vapuruna, sonra Maçka dolmuşuna bindirerek, bizi Nişantaşı'na, Şişli Terakki Lisesi'nin ilk kısmına götürüyor. Havada sonbaharın kibarlığı var. Ama göz pınarlarımda birazdan başlayacak olan yağmurun ilk taneleri hızla büyüyor. En üst kattaki yatakhanede yatağım bulunuyor. İstemiyorum, saniyelerin geçmesini. Korkuyorum. Annem gidecek ve sanki ben onu bir daha artık hiç görmeyecekmişim gibi geliyor. Yaşım küçük ama boyum uzun. Annem, tok ve otoriter sesini hatırladığım Aliye öğretmene beni teslim ediyor. İkili sıranın en arkasındayım. Annem duvarın kenarında diğer velilerin arasında duruyor. Gözlerimiz karşılaştıkça bana hafifçe tebessüm ediyor. İşte her şey bitti ve ikinci doğumum ızdırabı başladı. Annemin sinesinden kopup dünyaya gelmiştim, şimdi evimden kopup okula başlıyorum. Sıramız yürüyor, anneme koşsam, "Beni burada bırakma!" diye yalvarsam olmayacak, biliyorum. Gözyaşlarımın arkasında flulaşan anneme son bir defa daha bakıp metanetle yürümeye başlıyorum. Biliyorum, yarın babam, çarşamba annem, perşembe yine babam, cuma yine annem gelecek ama dersler bitip akşam olunca ve gündüzlü çocuklar gidip, okul tenhalaşınca o yatılı çocuk gönlündeki pazartesi akşamlarının efkarını kim dağıtacak?

Yatılı okul hayatım, on yıl boyunca süren bu anne daüssılası içinde geçti. Beni ömrünün son nefesine kadar, annesinin etekleri arkasına saklanan bir kız çocuğu psikolojisine mahkum eden, bu hasret ile geçen yılları mıydı acaba? Bu sorunun cevabını aradım ama doğrusu bulamadım.

Öğretmenim Kürtçe bilmiyordu!

Mehmet Said Aydın (Şair):
Aslında, babamın "asıl" mesleğinin öğretmenlik olduğuna dair konuşulurdu evde. Müstafi olduğunu sonradan öğrenecektim, ardından öğretmenliğe geri dönecekti zaten. Birader onun öğretmenlik yaptığı okulda okuyacaktı hatta. Fakat ben 7 yaşına bastığımda –velilere henüz cebir uygulanmıyordu 'erken'lik konusunda-, akraba öğretmenler dışında hiç öğretmen görmemiştim ve onların da hepsi Kürtçe konuşuyordu. Okulun ilk gününü şimdi tarif etmekte zorlanacağım bir kokuyla anımsıyorum; kokulu silgi, henüz giyilmiş önlükler, kurulmamış kömür sobası ve tebeşir kokusu toplamı gibi bir koku. Asıl, kendi de soyadı da upuzun bir öğretmen görmek şaşırtmıştı beni. Niğdeli, sonradan komşumuz olacak, Talip Karakılıç (şimdi bakınca soyadı da kısa görünüyor ya) isminde bir öğretmen. Ve, birinin Kürtçe "bilmiyor" oluşuna dehşetengiz şaşırmak hali. Benim için okulun ilk günü, "dil" bağlamında muhtemel travmalardan uzak geçti aslında ama bu büyük şaşkınlık hep kaldı. "Anne, öğretmenimiz Türkçe konuşuyor ama bir de Kürtçe bilmiyor!" şaşkınlığı. Dünyada herkesin Kürtçe "de" bildiğini düşünüyordum çünkü.