Şah ve Sultan

İki cihangir…

İki büyük adamın bitmeyen kavgasının perdelediği bir zaman. Bu zamanla iç içe geçmiş, birileri tarafından hala kaşınan ve ısrarla kanatılan bir yara. Osmanlı-Safevi savaşından günümüze miras kalan Sünni-Alevi tartışması.

Bir kadın uğruna heder olan bir şah; aynı kadına gönül veren, gururuna mağlup sultan; kimi daha çok sevdiğini bilemeyen, kendisini sevenlerin vuslata eremediği, güzellik timsali Taçlı Hatun; bahtsız çocuk Kamber;  biri sultana diğeri şaha ölümüne hizmet eden ikiz kardeşler Hasan ve Hüseyin; sonu ölümle biten bir roman.

 Aslında Safevi tahtının şehzadesi olan ama kimsesiz kalan bir çocuğun, öz amcası Şah İsmail’in himayesine ancak hadım edilerek girmesiyle başlıyor dramatik öykü.  Kesesindeki sevgi yıldızlarına bağlı sürdürdüğü ömrü boyunca layıkıyla sevilemeyen Kamber ile çok sevilen ancak hiç mutlu olamayan Taçlı Hatun’un kaderi birleşiyor çok geçmeden. Aynı Kamber’in yıldız kesesi gibi bir sevgi objesi olan Ömer’in verdiği inciye tutunarak yaşayan Taçlı Hatun, bahtın kucağında yaşayıp bahtsızlar kervanına katılıyor. O inci ki Taçlı Hatun’u seven Şah ve Yavuz Sultan Selim’in kulağına küpe oluyor. Ancak edilen aşk yeminini cisminde parlatan bu inci, romanın sonunda Selma ile Selil’le gerçek değerini buluyor.

Güzel şehir Tebriz’i alan Şah, öyle acımasız bir tutum izler ki Sünni’lere karşı, “Sünni ananın Kızılbaş oğlu, Tebriz’de Sünnileri öldürdü.” demeye cesaret eder şairler. Bu sözden Şah’ın çıkardığı sonuçsa, Sünni diye öz annesinin ölüm fermanını vermek olur. Manevi anlamda “ham” bulduğu Sünnileri ise şehre kurdurduğu yağ kazanlarında kaynatır.

Sultan olma yolunda, babasının sağ olmasına rağmen, adım adım ilerleyen Şehzade Selim, yeniçeri desteğini arkasına alarak tahta geçer. Şehzade iken Safevi devletinden aldığı toprakları geri vermemesi Sultan olma yolunda eline güçlendirdiğinden midir bilinmez, aklında fikrinde Şah vardır.

Şah da hiç boş durmaz. Anadolu’daki Kızılbaşları gerek gösterdiği kerametlerle gerek kışkırtarak yerlerinden yurtlarından ayırıp Tebriz’e gelmeleri için yönlendirir. Anadolu boşalmaktadır. Gelen halka ev bark kurmak ve onları zaferle beslemek için Şah, yine diğer Türk beyliklerine savaş açar. Hem de öyle acımasızdır ki sanki küffar üzerine sefere çıkmaktadır.

Birbirlerinin ayak izine basmadan aynı coğrafyada dolaşan Şah ve Sultan, nihayet Çaldıran’da karşılaşır. Kimin safında yer alacağına karar vermekte zorlanan Türkler, bu kanlı muharebenin sonunda birbirlerinin kanına bulaşan kılıçlarını kınına sokarlar ve yine başka bir tarih sayfasını açarlar. Kimin Kızılbaş, kimin Sünni olduğunun aslında bir öneminin olmadığı, hepsinin Türk ve Müslüman olduğu, iki hükümdarın da güçlü birer cihangir olduğu ikiz kardeşlerden Hüseyin’in, savaşta canından olan kardeşi Hasan’ın yerine geçerek Şah’ın hizmetine girmesiyle ifade edilir.

Sultan Selim kazanmış, Şah İsmail kaybetmiştir. Şah’ın kaybının simgesi, Taçlı Hatun’un Sultan Selim tarafından savaş ganimeti olarak alınıp İstanbul’a götürülmesidir. Taçlı Hatun birinin yenilgisinin sembolüyken ötekinin zaferinin remizidir. Aslında ikisini de bir şekilde sevmesine rağmen, hiçbirine yar olmayan Taçlı Hatun kitabın mesajını varlığında taşır. Bu kavganın kazananı yoktur. Kaybeden ise Türk milletinin kendisidir.

Şah İsmail yaşamaktan vazgeçmiş gibidir. Bu yenilgiyi ve sevdasını kaybetmeyi içine sindiremediğinden yavaş yavaş tükenir. Tahtına geçmesi için oğlunun büyümesini beklerken şeyhlikten de vazgeçer. Postuna bırakacağı halefini belirler ve iç dünyasına kapanır. Aklı fikri Taçlı Hatun’dadır. Dönmesi için Taçlı Hatun’a mektuplar yazar. Taçlı Hatun ise hiç itiraf etmemesine rağmen kendisini çocukluk arkadaşı Tacizade Cafer Çelebi’ye nikahlayan Sultan Selim’e aşıktır. Onun tarafından sevilmek ister. Kendisini savaş meydanında bırakıp giden Şah İsmail’i istemez. Şah, Alevi ritüelinin bir parçası yaptığı Taçlı Hatun’un adını anarak ölür.

Şah İsmail’in aksine Sultan Selim şahlandıkça şahlanır. Fetihler, zaferlerle ikbal yıldızının ışığında ilerler. Ama bu seferler, kitapta hep belirtildiği gibi Müslümanlar üzerinedir. Küffar üzerine sefere çıktığında ise ömrü vefa etmez.  Karşısına dikilip tahtını istediğinde babasının söylediği sözler tamama erer: “İlahi oğul, beni berbat edip tahtımdan ettin. Sen de genç yaşında berbat olup şîr-i pençeler elinde gidesin.” Sultan Selim’e, aslan gibi güçlü kuvvetli biri tarafından öleceğini düşündüren bu beddua, “aslanpençesi” adlı bir hastalıkla gerçekleşir. Sefere çıkar, ancak savaşmak kısmet olmadan, dikkate almayıp hekime bile danışmadan sıktırdığı için iltihaplanan çıban nedeniyle son nefesini verir.

Taçlı Hatun, Sultan Selim’in ölümünden sonra yazdığı aşk mektuplarına rağmen Şah İsmail’e dönmez. Şah’ın isterse Ömer’i arayıp bulduracağını ve Tebriz’de yaşamalarına izin vereceğini söylemesi ona daha çok acı verir.  Çektiği acının nihayete ermesi Şah İsmail’in ölüm haberini almasıyla olur ve adeta ölüm saatini bilirmiş gibi; elinde incisi, dilinde sevdiği kişilerin isimleriyle ahirete göçer. Artık Kamber için de yaşamanın bir anlamı kalmamıştır. Tüm sevenlerinden daha çok sevdiği ömrünü bağladığı Taçlı’nın ölümü,  Kamber için yaşamın bitmesi demektir.

Kimsesizler mezarına gömdüğü Taçlı Hatun ile kısa bir süre sonra kavuşmak üzere vedalaşırken imkansız olan gerçekleşir ve Bihruze ile Ömer’in incileri birleşir. Şah ölünce İran’ı terk edip çıktığını, derbeder bir aşık olduğunu,  bir aşk mesnevisi yazmak istediğini ve belki ilham olur diye de bu kimsesizler mezarlığına geldiğini söyleyen bir dervişle karşılaşan Kamber’in dili çözülür, Taçlı Hatun’un keder dolu kaderini anlatır. Hüzün yağmurlarıyla yüzler yıkanır ve Taçlı’nın dünyalığını gariplere dağıtmak üzere mezarlıktan ayrılan Kamber, şairin adını sormak üzere geri geldiğinde, şairin Taçlı’nın mezarına bir inci gömdüğünü görür. Bir anlık şaşkınlıkla adını sorduğu şairin verdiği cevap romanın son cümlesidir. “Selil, Tebrizli Selil…”

 

Gerçek veya gerçekleşmesi mümkün olayları anlatan roman türü ile tarihin birleştiği “Şah ve Sultan” meraklısına bir ziyafettir. Tavsiye ederim.