Jane Eyre Aşk Romanı Değilse Nedir?

Emanet edildiği yengesi tarafından sevilmeyen, kuzenlerinin bir besleme olarak gördüğü, kimliği ve benliği özellikle ihmal edilmiş bir çocuk olarak hayata başlıyor Jane Eyre.

Bu sevgisizliğin nedeninin yine başka bir sevgisizlikte yeşertilip köklendiği ise kitabın sonunda dile getiriliyor. Çünkü Jane’in yengesi Bayan Reed; eşi tarafından yeterince sevilmediğini hisseden ve eşinin Jane’e duyduğu sevgiyi kıskanan bir kadın.

Sevgisizlik -aynı sevgi gibi- etrafında gözle görülür bir sinerji oluşturur ve bir kara duman gibi yayıldığı evin içindekileri etkisi altına alır. Bu etki ilk etapta daha bir fark edilir. Çünkü sonuçları kişi için hızlı, vurucu ve sarsıcıdır. Ancak asıl ve atlatılamayan etkisi ise insan hayatının tüm dönemlerine yaptığı örtülmüş, gizlenmiş olanıdır. İşte Jane, hayatı boyunca tüm ilişkilerinde bu durum ile farkında olmadan mücadele edecektir.

Henüz sekiz yaşında olan Jane’in; içinde sıkışıp kaldığı dar-ı dünyanın kalın, hava geçirmez, çelikten kapısını, dış kapının dış mandalı sayılabilecek iki kişi zaman zaman aralar.  Bunlar aslında katı bir kadın olan hizmetçi Bessie ve Eczacı Bay Llyod’dur.  Kötü gidişata “dur” diyemesek de, bu gidişatın zorunlu yolcularının elini tutmak, onlarla birkaç adım atmak, omzumuza yaslanmalarına izin vermek, kanayan ayaklarına merhem sürmek,  o an  yaşama umudunun korunması için ne büyük bir destektir, bu iki kişinin şahsında görülür.

Lowood Yetimler Okulu ile birlikte Jane ve arkadaşlarının üzerinde bir çocuğun nasıl eğitilmemesi gerektiği birebir örneklenir. Yeterince beslenemeyen;  tek tip, sıradan ve özellikle çirkin giydirilen bu çocuklar, kişiliklerini hatta varlıklarını saklamak zorundadırlar. Bir sürünün parçası olarak aynı davranışları sergilemek, aynı sözleri söylemek, gülmemek, zevk sahibi olmamak… Açlıktan büyüklerin, küçüklerin  yiyeceklerini  gasp ettiği bu ortamda, bu çocukların erdem sahibi olması beklenir.  Çocuk beceriksizliğiyle temizliğini, ödevlerini düzenli bir şekilde yapamayanların, yaramazlık yapıverenlerin vay haline. Ya herkesin olduğu bir ortamda hem sözle hem  süpürgeyle dövülerek aşağılanırlar ya da uzunca bir süre üzerinde “pasaklı” veya “terbiyesiz” hatta “yalancı” yazan etiket yazılarla dolaşmak zorunda kalırlar. Hayatın güzelliklerinden kendi istekleriyle vazgeçmeleri, adeta bir azize ruhuyla yaşam sürmeleri istenir. Oysa kendisini bu okulun velinimeti olarak gören, parası ve nüfuzuyla bu kurumun kasası olan ve müfettişliği de büyük  bir vahşi zevkle yapan Bay Brocklehurst gibi zenginler için değildir bu kurallar. Eşi ve kızlarının süslü ve ipekli giysileri ile ciddi bir tezat oluşturan kurallar, bu yoksul ve kimsesiz çocuklar için kesinlikle geçerlidir ve önem arz etmektedir. Bir tifüs salgınında sapır sapır ölen bu çocukların arasından dik kafalılığı, inatçılığı ve yaşama arzusuyla sıyrılmayı başarır Jane Eyre. Yıllar, büyüyen Jane’in omuzlarına basa basa geçer gider ve Jane, öğretmenlik de yaptığı okulundan, mürebbiyelik yapmak için ayrılıp, hiç bilmediği bir eve doğru hayatındaki ikinci yolculuğunu yapar. Artık on sekiz yaşındadır ama on yaşında Lowood’a yaptığı yolculukta olduğu gibi korkmaktadır.

Thornfield; Jane’in aşkla tanıştığı yerdir, ama asıl önemlisi gerçek hayatla merhabalaşması bu yerde, bu malikânenin sakinlerinin ve misafirlerinin sayesinde olur. Kendisi gibi kimsesiz olan Adele’yi eğitirken aslında kendini büyütür. Etrafa verdiği hovarda, umursamaz, bencil insan imajının tersine erdem sahibi biri olan Bay Rochester’a duyduğu karşılıklı aşk, Bay Rocherster’ın deli de olsa aslında bir eşi olduğu gerçeğiyle yüzleşince oldukça romantik bir trajediyle sekteye uğrar. Jane hemen evden kaçar ve bu kaçış onu kuzenlerine, dayısından kalan mirasa kavuşturur.

Hayatına birdenbire kurtarıcı olarak giren kuzen St. Jhon, Jane’i başka bir sevgiye hizmet etmeye davet eder. Aslında aralarında bir sevgi olmadığı halde amaç evliliği yaparak misyoner olmak üzere kendisiyle Hindistan’a gelmesini söyler. Jane, inançlı bir hristiyandır. Hatta günümüzde kullanılan anlamıyla yobaz dahi sayılabilir. Hindistan’a gitmek, o günün şartlarına göre ölmek demektir ama o bundan korkmaz. Ancak sevmediği bir adamın karısı olma fikri onun için kabul edilemez bir şeydir.

Artık zengin ve kimsesi olan bir genç kız olan Jane, tek aşkı olan Bay Rochester’dan haber alma umuduyla Thornfield’a gidince acı gerçeklerle karşılaşır. Sevdiği adam deli karısı yüzünden ölümden dönmüştür. Bir kolu yoktur ve gözleri görmemektedir. Jane sevgisiyle Bay Rochester’ın yaralarını sarıp sarmalar. Mutlu bir evlilik, çocukla perçinlenir ve roman mutlu sonla biter. Hem Jane hem de sevdikleri için.

Bence romanda ele alınan aşk, kayda değer olmaktan uzaktır, pek çoğumuzun klasik Türk filmi olarak değerlendirebileceğimiz beklenen bir gidişatla gelişmiş ve son bulmuştur. Ayrıca son derece tuhaf bir tesadüfle Jane’in kuzenlerini bulması ve zenginliğe kavuşması da yine aynı şekilde değerlendirebilir. Bu romandaki olaylar ve olayların gelişmesi çok yaratıcı bulunmayabilir. Ancak duygu gelişimi , inanç anlayışı, erdem ve ahlak sahibi olma ile ilgili romanın verdiği mesajlar günümüz insanı için hayati öneme sahiptir.

Kimsesiz Jane’i seven ve önemseyen Bayan Temple, eğitim; Ölüm döşeğinde olan Bayan Reed’i her şeye rağmen ziyaret eden ve affeden Jane, bağışlayıcılık; kendini din uğruna başka bir diyarda Allah’a adayan St. Jhon, İnanç açısından önemli bir figürdür. Bu örnekleri çoğaltmak, yeni kombinasyonlar kurmak son derece kolaydır. Aslında Charlotte Bronte, doğru bildiklerini anlatmak için bu kitabı yazmış ve sıkıcı bir öğüt kitabı olmasın diye de araya bir aşk sokuşturmuş gibidir.  Ancak elbette başarılı bir kitaptır ve bence kalıcığını ahlakçı olmasına borçludur.