Görünmez el

İstanbul'dan İzmir'e gitmenin eskiden en keyifli yolu feribottu. İzmir'deki aile evime ulaşmak için 19 Şubat 1999 günü feribotla gitmeye karar vermiştim.

Yoğun bir iş haftasının ardından Sarayburnu'nda öğleden sonra saat üçte kalkacak gemiye binecek ve ertesi gün sabah varacaktım. Bilet almamıştım; ama pek bir önemi yoktu. Çünkü kış günü son dakika bile gitseniz yer bulunurdu.

19 Şubat günü İstanbul'da müthiş bir kar fırtınası vardı. Saat ikiyi yirmi geçe Kadıköy'den Eminönü'ne geçen bir vapura binmeye karar verdim. Kar fırtınasını hesaplayamamışım; müthiş bir trafik yüzünden iskeleye zamanında varamadım ve şehir hatları vapurunu kaçırdım. Bir sonraki vapur saat 14.40'ta idi. Ancak bu vapura binmek anlamsızdı; çünkü saat 15.03'te Eminönü'ne varacaktı ve İzmir feribotu Sarayburnu'ndan kalkmış olacaktı. Yine de bu vapura binmeyi denemeye karar verdim.

İstanbul'da vapur seferleri saat gibidir; binlerce kez bindim hep zamanında kalkarlar. O gün ne olduysa bir aksilik oldu, gemi 14.40'ta kalkacağına 14.45'te kalktı. Bunda da bir hayır vardır dedim ve gemiye bindim. Eminönü'ne ulaştığımızda saat 15.08'di. Üstelik normal iskeleye değil, Sarayburnu'na en uzak iskeleye yanaşmıştı.

Elimde iki sırt çantası, bir taksiye binebilmek için yürüyordum. Kar tipiye döndürmüştü. Rüzgâr o kadar güçlü esiyordu ki, çantamın ağırlığıyla birleşerek çantamın sapını kopardı. Kaşlarım ve paltom kar tutmuş bir şekilde taksiye binmeyi başardım. Saat 15.20'de Sarayburnu'na ulaştım. Feribotun dört halatından sonuncusu çözülüyordu. Taksiye bir an beklemesini söyledim ve geminin önünde arabadan indim.

Geminin arka güvertesinde kaptan olduğunu zannettiğim bir adamı hızla uçuşan kar tanelerinin arasından gördüm. Nasıl olduysa, bu adamın elinde duran kâğıt rüzgârın etkisiyle elinden kaçtı ve Sarayburnu'nun o müthiş rüzgârıyla havada turlar atmaya başladı. Güvertede karlar altındaki İstanbul manzarasını seyretmeye çıkmış yolcular, manzarayı bırakıp kâğıdı izlemeye başladılar. Bu rüzgâr öyle güçlüydü ki, kâğıdı Çanakkale'ye kadar uçurabilirdi. Fakat kâğıt döndü dolaştı, birkaç tur daha attıktan sonra dosdoğru benim elime geldi. Ardından arka güvertede duran kaptan seslendi: "Kapakları açın, yolcu binecek."

Taksicinin parasını ödedim ve gönderdim. O sırada bir güvenlik görevlisi geldi, bana yolcu olup olmadığımı sordu. "Yolcuyum" dedim, biletim olmayabilirdi, ama yolcu olmak için bilet değil, niyet önemliydi. Geminin seyir sırasında su almaması için gemi kapakları çok güçlü demir mandallarla kapatılır; tayfalar geminin belki 20 tane kapı mandalını açmaya çalışıyordu. Neyse gemiye bindim.

Tayfalardan bir tanesine kâğıdı verdim ve kaptana götürmesini söyledim. Daha sonra gemide bulunan bir gişeye gidip biletimin olmadığını, bana cezalı bilet vermelerini rica ettim. Aksi gibi yanımda çok nakit de yoktu. Görevliler, inince limandan bir bilet alabileceğimi söyleyip bana bir kamara anahtarı verdiler. O sırada kaptanı gördüm; Çehov'un hikâyelerindeki komik karakterlerden biri gibi kaptana kırk defa beni gemiye aldığı için teşekkür ettim. Kaptansa sinirli bir şekilde bana kâğıdı sordu. Tayfaya verdiğimi söyledim.

Ardından akşam yemeği için gemi lokantasına rezervasyon yaptırdım. Üç bekârın olduğu bir masada bana yer verdiler. Akşamleyin afiyet olsun diyerek masaya oturdum. Masadakilerden bir tanesi bana "Ben sizi tanıyorum." dedi, "Siz biletini uçuran yolcusunuz." "Keşke bir biletim olsaydı da biletimi uçurabilseydim." dedim. Masadaki bir başka yolcu "Eğer ben olmasaydım siz bu gemiye binemezdiniz." dedi.

"Geçenlerde İzmir'de bir kaza yaptım. Cip İstanbul'da tamir olduktan sonra almaya geldim. Yakında evleneceğim, onun için feribota cipi koyduktan sonra Doğubank'tan dev ekran bir televizyon almaya karar verdim. Geminin ikinci kaptanına bilgi verip hemen geliyorum diye gittim. Ama televizyonu alıp gelinceye kadar saat 15.10 oldu. Kaptan beni feci azarladı. O dev televizyonu gemiye bindirmem için kimse bana yardım etmedi. Sürüye sürüye kan ter içinde bindirmeye çalışırken saat 15.15 oldu."